Şehir: Taşın Hafızası, İnsanın Sorumluluğu
Şehir, yalnızca nüfusun toplandığı bir coğrafya değil; insanlığın kendini inşa etme çabasının mekâna kazınmış hâlidir. Taş, toprak ve asfalt; birer malzeme olmaktan çok, kolektif hafızanın somut biçimleridir. Bir mahallede yürürken gördüğümüz her duvar, her köşe, her boşluk aslında yalnızca mimari bir unsur değil; kuşakların üst üste bıraktığı bir anlam katmanıdır.
Şehir, basit bir yerleşim alanı değil; hukukun, iktisadın, ahlakın ve siyasetin iç içe geçtiği karmaşık bir toplumsal organizmadır. Sosyolog ve düşünür Max Weber’in yaklaşımında da şehir; bireyin kendi varlığını aşarak, daha büyük bir ortak hayata razı oluşunun mekânsal karşılığıdır. Bu nedenle şehir, yalnızca yönetilen bir alan değil; üzerinde sürekli yeniden uzlaşılan bir toplumsal sözleşmedir.
Modern çağda ise şehirler, giderek hızlanan bir akışın içerisinde anlam kaybı riskiyle karşı karşıya. Ulaşım ağları sıklaşıyor, yapılar yükseliyor, meydanlar genişliyor; fakat insani temas, ortak hafıza ve kamusal kültür zayıflayabiliyor. Şehir büyürken insanın küçülmesi tehlikesi her zamankinden daha görünür hâle geliyor.
Şehir ve meslek hayatım boyunca şunu tecrübe ettim: Yerel siyaset, merkezî tartışmaların gölgesinde kalan tali bir alan değil; aksine toplumsal hayatın en sahici zeminidir. Hayatın gerçek ağırlığı; suyun akıp akmamasında, trafik sıkışıklığında, bir engelli rampasının varlığında, bir çocuğun güvenle oynayabileceği parkın inşasında hissedilir.
Şehir analizlerinde üzerinde özellikle durulan kavramlardan biri, kentsel ahlaktır. Bir kenti ayakta tutan şey, yalnızca planlama disiplinleri değil; o şehirde yaşayanların geliştirdiği sorumluluk duygusudur. Şehir, bireyin yalnızca hak talep ettiği bir zemin değil; aynı zamanda yükümlülük üstlendiği bir varoluş alanıdır.
Şehir, geçmişin mirası, bugünün sorumluluğu ve geleceğin emanetidir. Bizler, içinde yaşadığımız mekânların yalnızca kullanıcıları değil; aynı zamanda muhafızlarıyız. Bir sokağın kaderi, yalnızca haritalarla değil; o sokakta kurulan insani bağlarla belirlenir.
Bu köşe, bir iddia alanı değil; bir idrak denemesidir. Şehir üzerine yazmak, benim için teknik bir analizden çok daha fazlasıdır. Bu, insanın kendine, komşusuna ve yaşadığı mekâna karşı taşıdığı sorumluluğu hatırlama çabasıdır.
Bu köşeyi bir polemik alanı olarak değil, bir düşünce zemini olarak kurguluyorum. Problemleri teşhir etmek için değil, sorunları anlam katmanlarına ayırarak kavramak için yazacağım. Çünkü teşhir, çoğu zaman yüzeyde kalır; anlam ise derinlikte oluşur.
Bu yazı, bir “ilk adım” metni değildir.
Bu, bir ufuk belirleme çabasıdır.
Ve bu ufuk, bilinçle inşa edilecektir.
Çünkü şehir, yalnızca içinde barınılan bir boşluk değil; insanın kendini var ettiği en derin zemindir.
Ve bu zemin, ihmale değil; idrake muhtaçtır.