Necip Fazıl “Dersim tabusu”na CHP iktidarında nasıl dokunmuştu?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Dersim faciasının yıldönümü beklenebileceği gibi yine tartışmaları beraberinde getirdi. Zaten 2011 yılından beri Dersim’in harareti artmış durumda.

O tarihte Başbakan olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 23 Kasım 2011 tarihinde yaptığı konuşmada Dersim’deki katliamın resmi belgelerini basına gösterdikten sonra “Devlet adına özür dilenecekse, böyle bir literatür varsa ben özür diledim ve diliyorum" demiş ve CHP’yi sorumlu tuttuğu Dersim için “yakın tarihteki en trajik olay” tespitini eklemişti.

Bu çıkışı üzerine CHP çevresinden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a niye geç kaldığı sorusu yöneltilmişti. Onlara göre sağcılar bu işlerle ilgilenmemişti, yeni mi aklına gelmişti vs. 

Halbuki malum çevrelerin ağızlarına pelesenk ettiği “Sağcılar veya İslamcılar Dersim katliamını gündeme getirmekten kaçındı, sustu” hükmünü tam 12’den vuracak bir koz var elimizde: Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde hem de CHP’nin hükümranlığı sürerken bir yazı dizisi kaleme almak suretiyle Dersim faciasını haftalarca gündemde tutmuş olması. 

12 Mart 1971 müdahalesinin mimarlarından Org. Muhsin Batur hatıratında gençliğinde Kayseri 19. Piyade Alayı’nda staj görürken Dersim’e gidileceği emrini aldıklarını anlatır. Trenle Elazığ’a giderler, oradan Pertek’e. Tam isyan günleridir. Heyecanla açıklayacağı çok önemli şeyler olduğunu düşünüyorsunuz ama tam bir hayal kırıklığı bekliyor sizi. Batur Dersim’de iki ayı aşkın ‘özel görev’ yaptığını söyledikten sonra aşağıdaki itirafta bulunur: 

“Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik ve iki aylı aşkın bir süre özel görev yaptık. Okuyucularımdan özür diliyor ve yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum.” (Anılar ve Görüşler, Milliyet: 1985, s. 25.) 

Ne var ki, Dersim’e düzenlenen “sükût suikasti”nin istisna değil, kural olduğunu öğrenince şaşırmak olağanlaşıyor. Üzerlerindeki ağır baskı yüzünden herkes susmuştur. Basında bir tek Son Telgraf gazetesi Şark/Doğu vilayetlerinde huzursuzluk olduğunu yazmaya yeltenmişse de kapısına derhal kilit vurulmuştur. 

 

Necip Fazıl farkı

Neyse ki kalemiyle acıların üzerine giden biri vardır. Necip Fazıl Kısakürek Büyük Doğu dergisinin 1950 Ocak’ındaki yazılarını Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabına almasa belki bizim nesil de bu faciadan geç haberdar olacaktı.

Üstadın farkı şudur: Olayı ‘din özgürlüğü’ kapsamında ele almış, yani Alevi, Kürt, şu bu gibi ayrımların üzerine sünger çekerek Dersim’de hedefin, bölgenin “bir türlü sulandırılamayan koyu İslamî rengi”nin ortadan kaldırılması olduğunu iddia ettikten sonra şu tespiti eklemiştir:

“Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde (…) din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz.”

Dersim faciası hakkında ‘sağcılar’ konuşmadı diyenlere inat, Necip Fazıl kulaktan kulağa fısıltı halinde aktarılan rivayetleri bir şahidin ağzından gümbür gümbür yazmıştır. İşte insanı insanlığından utandıran facialardan bir kaçı.

Elazığ Ortaokulunda okuyan iki çocuk, tatillerini geçirmek üzere memleketleri Hozat’a döndüklerinde hayatlarının ilk zehrini tadar. İkincisini tatmak için fazla beklemeleri gerekmeyecek, evlerinde babalarının öldüğünü gören çocukların ağlama seslerine yetişen jandarmalar, “Sizi de onun yanına götüreceğiz” diye sürükleyerek dışarı çıkartacaklardır. Çocuklar babalarının cenazesine gittiklerini zannederken yolda süngülenerek öldürülür. Gerçekten de babalarının yanına gönderilmişlerdir!

Bir başka sahne: Bir köy, etrafına çalı yığılarak yakılmaktadır. Teker teker tutuşturulan evlerin etrafında yangını seyredenler dışarıya kaçmak isteyenleri cehenneme iteklemekle görevlidir. Alevlerin arasından kaçan biri onlara haykırır: “Durun, ben köyden değilim, öğretmenim. İzin verin, kimliğimi ispatlayayım.” Yapılan işlem kaba ama basittir: Bir kalasla tekrar alevlerin içine itmek. Genç yanarken çalı yığınlarının gerisinde bekleyen “âmir” keyifle sigarasını tüttürmeye devam etmiştir.

Üçüncü olay, 200 kadın ve çocuğun cesetlerinin buğday sapları üzerinde cayır cayır yakılmasıdır. Öldürülenler arasında izinli olarak köyüne gelmiş olan Rüstem adlı bir asker de vardır. Ne dediyse dinletememiş, dört çocuğu ve seksenlik anasıyla birlikte kurşunlanıp yakılmıştır.

Bir de Hozat’ın Zımbık köyünde geçen bir olay vardır. Necip Fazıl’ın deyişiyle Shakespeare’in hayal gücüne bile taş çıkartacak bu olayda erkekleri tamamen doğranmış bir köyün 100 kadar kadın ve çocuğu süngülenir. Öldürülen kadınlardan biri de gebedir. Nasılsa saklanmayı başarmış birkaç kadın köye döndüklerinde ölü yığınlarının arasından bir çocuğu fark eder. Rahmi delinen kadının ölümünden sonra doğan bu kılıç artığı çocuğu alıp büyütürler. Süngü bebeğin topuğunu yaralamıştır. O tarihlerde sağ olan kız, topuğunda yarayı taşımaktadır.

Yine Hozat’ın Dolantanır köyünden Veli adlı bir genç ise Elazığ Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra görev yeri olan Trakya’ya gönderilmiş, evlenip barklanmış ve tatilde çoluk çocuğuyla köyüne dönmüştür. Bu sırada Dersim harekâtı başlamış, genç öğretmenin köy halkı, kendisi ve çocukları da içinde olmak üzere doğranıp cesetleri yakılmıştır.

Nihayet kelimelerin kifayetsiz kaldığı olay: 

Mazgirt’in Tersemek bucağı halkı aynı şekilde hunharca doğranırken bir hayır sahibi 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Ancak durumdan haberdar olan operasyon ekibi çocukları saklandıkları yerde bulur. Emir verilir; öldürüleceklerdir. Ne var ki bu katliamı işlemeye kimse yanaşmaz. En katı yürekliler bile savunmasız masumlara karşı silah kullanamayacağını söyler. Nihayet içlerinden bir ‘babayiğit’ çıkarak dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 masumun işini bitirir. Arkasından ekler Üstad: 

“Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.”

 

Dersimli “kayıp kız” anlatıyor

Böylece Muhsin Batur’un hatıralarında anlatmaktan kaçındığı sırları ilk defa Necip Fazıl’dan öğrenmişti Türkiye. Kendi dünya görüşüne mensup olmasa da mazlumların acısı karşısında susmak vicdanlı bir münevvere yakışmazdı zira.

Bu bilgilerin kimden alındığını Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan’ın Dersim'in Kayıp Kızları adlı kitabından öğreniyoruz. Dersimli “kayıp” bir kız şöyle anlatır (s. 100-101):

“O yıllarda Necip Fazıl Kısakürek’e gönderdiğim her şeyi yazdı. (…) Necip Fazıl, bu durum adil bir mahkemede yargılanırsa sorumluların idam edilmesi lazamı geldiğini yazmıştı. (...) Ondan başka yazan da yoktu. 1950 yılında Haydar Kankotan vasıtasıyla Necip Fazıl’la ilişki kurdum. Ben Haydar Kankotan’a gönderiyordum, o da ona iletiyordu.” 

Ey Üstad! O kalemin ki değdi mi kâğıda, zamanı yakardı.