Adaletin Psikolojik Temeli

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Tarih boyunca insanlığın en çok tartıştığı kavramlardan biri adalet oldu. Hammurabi Kanunları’ndan Platon’un Devlet’ine, İslam filozoflarının metinlerinden modern hukuk sistemlerine kadar her çağ kendi adalet anlayışını inşa etmeye çalıştı. Fakat bütün bu çabaların ortasında unutulan kritik bir gerçek var: Adalet yalnızca mahkeme salonlarında değil, insanın kendi ruhunda başlar.

Bugün sıkça şikâyet ettiğimiz adaletsizlik, aslında bireyin iç dünyasındaki dengeden kopukluğun bir yansımasıdır. Jung’un söylediği gibi, kendi “gölgesini” görmeyen, kendi kusurlarıyla yüzleşmeyen bir insan başkasına adalet dağıtamaz. İçinde öfke, hırs ve ölçüsüzlük taşıyan birey, toplumun yapısına da aynı adaletsizliği taşır.

Platon’un adalet tanımı hâlâ yol göstericidir: Her parça kendi işini yapacak, ölçüyü aşmayacak. İnsana uyarladığımızda bu, aklın, duyguların ve arzuların uyum içinde olması demektir. İçinde kaos olan bireyin kurduğu düzen de kaotik olur. Bugün adalet krizlerinin temelinde biraz da bu içsel dengesizlik yatıyor.

Üstelik bu yalnızca Batı düşüncesinin bir mirası değil. Konfüçyüs, adaleti toplumsal ahlakın temeli saymıştı. Farabi, “Erdemli Şehir” idealinde adaleti insanın manevi yetkinliğiyle ilişkilendirmişti. Aristoteles ise “eşit olana eşit, farklı olana farklı davranmak” diyerek farklılıkların adaletle dengelenmesi gerektiğini söylemişti. Bütün bu düşünceler, adaletin yalnızca yasa maddeleriyle değil, insan ruhunun terbiyesiyle mümkün olacağını hatırlatır.

Peki ya biz? Bugün adalet sistemine duyulan güvensizlik, aslında bireysel düzeydeki ruhsal boşluklarımızın toplumsal sahnedeki izdüşümüdür. İç dünyasında dengeyi kuramayan birey, eşitliği ve hakkaniyeti de dışarıya yansıtamaz. O yüzden mesele sadece mahkemelerin ya da yasaların değil, aynı zamanda insanın kendini tanıyıp dengelemesinin meselesidir.

Adalet önce insanın kalbinde kurulur, sonra topluma yayılır. Bu gerçeği görmeden sadece kurumları suçlamak, kendi gölgemizi başkasına yansıtmak demektir. Belki de en büyük adaletsizlik, adaleti yalnızca dışarıda aramaktır.

Güncel örneğe bakalım: Son dönemde herkesin dilinde aynı cümle var: “Adalet yerini bulmuyor.” Bir davada verilen haksız karar, bir işçinin emeğinin yok sayılması ya da toplumsal olaylarda adil davranılmaması… Bunlar elbette ciddi sorunlar. Ama soralım: Adalet duygusunu kendi hayatlarımızda ne kadar uyguluyoruz? Evde çocuğa, işte çalışana, trafikte tanımadığımız bir yabancıya karşı ne kadar adiliz? İşte bu küçük ölçekteki adalet eksiklikleri büyüyerek toplumsal bir krize dönüşüyor.

Belki de asıl devrim, büyük mahkeme salonlarında değil; küçük vicdanlarda başlayacak.