Filistin Cephesinde Neler Oluyor?
Bugüne kadar alışılagelmiş ve her mecrada “Filistin Davası” ve “Filistin Meselesi” benzeri ifadelerle, Filistin’de yaşananlar dile getirilmeye çalışılmıştır. Hâlbuki yaşanan sorunun bir parçası Filistin olmakla birlikte, tamamen Filistin’e münhasır ve Filistin’e özel bir sorun olarak algılanmıştır. Bu durum uzun yıllarca sürmüş ve en çok düşmanın işine yaramıştır. Aslında hiç şaşırmamak gerekiyor, zira konuştuğumuz algının temel kaynağı düşmanın ta kendisidir.
Biliyor ki, davranış ve eylem bir algı tezahürüdür ve böylelikle uzun vadede empoze edilen bu algı, bölge halkına sirayet edecek ve Filistin Davası diyerek, sorumluluğundan sıyırılacaktır. Burada farkındaysanız, yönetimleri dâhil etmedim, zira halktan önce yönetimleri sipariş edildiği gibi koltuklarına yerleştirerek bölgedeki politikaların belirli bir çizgide ilerlemesi garanti edilmiştir. Peki, halkı “Filistin Davası” algısına davet ederken, düşman kendisini nereye davet etmiştir. Bu hususu iyi görmemizi sağlayacak şey, etrafa bakmaktır. Kendimizi bir çemberin merkezine alıp etrafımıza baktığımız zaman, kendimiz başta olmak üzere, ailemizin, toplumumuzun, ülkemizin ve civar ülkelerin ne durumda olduğunu ve düşmanın uzun yıllarca nasıl çalıştığını az çok anlamamızı sağlayacaktır. Unutmayalım, bizler yanlış algı ile uyutulurken, düşman asıl hedefine odaklanarak, daha hızlı ve emin adımlarla hep ilerlemeye gayret etmektedir. Bunu yaparken başta yumuşak gücün tüm imkânlarını seferber etmiştir.
Hepimiz biliyoruz ki, düşmanın temel stratejisi, böl parçala yok et şeklindedir, bölgede en sağlam yapı olan Mısır ve Biladüşşam’ı (Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin) parçalamakla başlandı. Büyük yapıları böldükten sonra, içeriden parçalamaya geçilmiş ve bugünkü manzaraya gelene kadar, bölgeyi birleştiren büyük küçük her şey yok etmeye çalışılıyor. Tarihin sayfalarını biraz karıştırırsak, ilk haçlı seferlerinin bölgede ilerleyişinin hep zor bir şekilde gerçekleştiğini ve kalıcı olamadığını görmemiz mümkün, sonra yapılan hatalardan istifade edildiğini ve doğru denklemin Mısır ve Biladüşşam’ı birbirinden ayırarak, hem daha kısa sürede, hem de daha uzun vadeli kazanımların elde edilebileceği anlaşılmıştır. Bu denklemi anlayan batı, hayata geçirmek için artık tüm imkânları seferber edecekti, ancak, bu denklemi gayet iyi bir şekilde idrak eden Selahaddin Eyyübi, Beytülmakdis’i (Kudüs) fethetmek için; önce Mısır ve Biladüşşam’ı birleştirmek için uzun yıllarca savaşmış ve akabinde fetih mümkün olabilmiştir. Yani, düşmanın düşünce ve stratejik seviyesinde hatta ötesinde olmak, başarının elzem şartlarından olduğunu bilmek gerekir, aksi takdirde, bugünkü kaybolmuşluk durumunda olmamız gayet doğal bir sonuçtur. Bu ruhun kırılması için, hem liderler ve yöneticiler değişmeli, aynı zamanda halkların derdi ve temel motivasyonu saptırılmalıydı. Bunun için yapılan ilk adım, bölgeyi küçük küçük devletçiklere ayırmak oldu. Düşünün ki, bölgede hakim olan dil, kültür, din, tarih..vs neredeyse aynı, hele ki hayatı büyük oranda etkileyen din ile alakalı olarak, ilk kıble, Mescid-i Aksa’nın önemi bile azaltılması için ciddi çalışmalar düzenlenmiştir. Artık verimli hilal ülkeleri (Irak, Suriye ve Mısır) dışındaki devletçikleri düşünürsek, artık her toplumun özerkliğini pekiştirecek çalışmalar üzerinde yoğunlaşmıştır. Ayrı kültürler, ayrı gelenekler, ayrı coğrafyalar, ayrı tarih ve ayrı temsili güçler üzerinde yoğun çalışmalar icra ederken ve bunlarla meşgul iken, düşman asıl rotası ve asıl hedefini şaşırmamıştır. Tam tersi, dikkatini dağıtmayacak şekilde, temiz zihinle sinsi çalışmalarına devam edecek şekilde kendine gereken ortamı hazırlamış oldu. Bu hazırlığın temel enstümanlarından da başta bahsedilen “Filistin Davası” deyimi olmuştur. Sonuçta her devletin kendi işleriyle meşgul iken, Filistinliler de kendi davalarıyla meşgul olsunlar, gerekirse kınama da yapılır, maddi destek de sağlanır, minnet eder gibi!
Aynı zamanda yönetim ve ona bağlı tüm kurumlar, bölge halkı ve vatandaşına tek şeritli bir hayat çizilmesi hususunda, düşmanın ve batının yönlendirmesiyle ortaya atılan sinerji kapsamında, var güçleriyle gece gündüz çalışmış ve çalışmaya devam etmektedirler. Bölgede durum bundan ibaret iken, Filistin’de mücadele nasıl bir hal alıyordu acaba, işte meselenin asıl tezahürü ve gerçek yüzü Filistin sahasında yer almaktadır. Başından beri düşman olarak nitelendirdiğim Siyonist yapı, Filistin'de başka bir sıfata buründürüldü ve bu mantık ve bu algı üzerinde her şey inşa edilmiştir.
Her şey derken, Filistinlinin hayatındaki tüm detayları kapsayan bir durumdan bahsedilmektedir. Zira bu düşman, bölge ülkeleriyle yumuşak bir şekilde uygulamaya çalıştığı her şeyi, Filistin’de hem yumuşak hem en ağır savaş aletleriyle Filistinliye yaşatmış ve yaşatmaya devam etmektedir. Bunun ilk ayağı, daha önce anlatmaya çalıştığım gibi, ümmet kavramının boşaltılması ve devletçik mantığının hâkim kılınmasıyla, Nehirden Denize hedefi olan ve sınırları belli olmayan dünyada tek rejim olan düşman rejimine karşı verecek tek cephe olarak Filistin cephesi belirlenmiş oldu. Böylelikle bölge halkının da bu akıma yavaş yavaş katılmasıyla, yıllar geçtikçe, Filistinli her türlü yalnızlığa terk edilmiştir. Düşman, işini şansa asla bırakmamaktadır.
Bu amaç uğuruna, civar cephelerden emin olması için; oralar düşmanın direktifleriyle uyumlu bir şekilde çalışıp çalışmadığı defalarca sınanmış olup, her seferinde, bölge, düşmanı utandırmamıştır. Ama burada çok önemli bir hususu vurgulamak gerekir ki, o sınamalar, hep yüzeysel mahiyetteydi, hiç biri 7 Ekim kadar ciddi değildi, ama küçük küçük sinyaller, düşman için büyük kazanımlar anlamına geliyordu, ona rağmen Filistinli hep ümitvardı, bölgeden umudunu hiç kesmemişti, ümmetin derin varlığına inanarak üstüne düşeni fazlasıyla yaparak, en zor günde yalnız bırakmazlar inancıyla, düşmana karşı cephesini asla terk etmemiştir. Bununla birlikte, insani boyutun gücüne inanırdı, ne olursa olsun bugünlerde izlenen kıyımı en kötü senaryolarında hiçbir Filistinli hayal dahi etmemiştir. Demek ki, sistemin ipleri sıkı bir şekilde örülüyordu, tüm Müslümanları kullanarak, tüm insanlığı o örümcek ağının bir sömürgesi haline getirerek gece gündüz çalışılmıştır.
7 Ekim ile birlikte bütün dünyada yaşanan uyanış hareketi, bölgede beklenen düzeyin çok altında demek gerçek dışı olur, zira bölgede bir kıpırdama dahi görülmemiş desek yeridir, bunun temel nedeni, bölge yöneticilerine ve halkına yüklenen sorumluluğun miktarıdır, sonuçta her şey nisbidir bu evrende. Yaşanan kaos’un en basit tarifi ve açıklaması, bölgede yaşanan akıl işgalidir. Bu akıl işgalinden kurtulmadığımız müddetçe, beklenen davranışı ve tavrı sergilememiz beklentisi beyhudedir. Bu kapsamda hepimiz sorumluyuz ve sorumluluğu başkasına atmak gibi bir lüksümüz dahi yoktur. Gazze’de yaşanan canlı soykırımın ortağı olduğumuzun bilinci oluşmadığı müddetçe, o idrak noktasına ulaşmamız daha uzun süreceği anlamına geliyor, bu da maalesef düşmanın kapımıza dayanmasının hızlandıracağı sonucunun öngörüden ziyade, gerçeğe dönüşmesinin daha yakın olması anlamına geldiğinin bir habercisidir.