Milli Şahlanışın Müellifi: Sultan Vahidüddin
Bugün öyle bir kitaptan bahsedeceğim ki sizlere Üstad Necip Fazıl bu eseri kaleme aldığı için yani Osmanlı’nın belki de en bahtsız padişahına; “Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” (Büyük Doğu Yay.,7. Basım, Ekim 2019, İstanbul, ss.252) dediği için, iki buçuk yıl hapisle cezalandırılmış ve bu cezayla kabre girmiştir.
Sizleri bekletmeden Braveheart satırlarla buluşturayım hemen;
“Yüce sanatkâr Mimar Sinan, yerini, iskambil kâğıtlarıyla kat kat ev çıkanlara bırakmıştır ve bu yeni evin yıkılması için, kuvvetli bir rüzgâr değil, hafif bir soluk kâfidir. Abdülmecid çığırında meydana çıkmaya başlayan bu bitkinlik halinin tam bir bitiş ve tükeniş noktasına çatacağı an, acaba hangi devir olacak ve sultana isabet edecektir? Ve o sultan, aynı cereyana kapılıp bu bitiş ve tükenişi gerçekleştirmekte ayrıca, az veya çok, müessir mi olacak, yoksa her şey olup bittikten sonra, hadiseler üzerinde tek sorumluluğu olmaksızın, seyahatten dönen babanın, kaza kurbanı, cenaze dolu evini teslim alması gibi, sabır ve tahammülde kahramanlık üstü kahramanlık isteyen bir vaziyete katlanmak zorunda mı kalacaktır?”
Bu düşündüren sual etrafında esen mana rüzgârıyla sunulan bir eser elimizde.
Abdülaziz devrinde kurulan “Genç Osmanlılar” ın, peşinden, Abdülhamid zamanında tohumu atılıp fidanı gelişen ve ağacı yetişen İttihat ve Terakki, Ulu Hakan’ı devirdikten sonra on yıl içinde İmparatorluğu inkıraza sürüklemek marifetini yerine getirir ve olanca vebalini, kitabımızın kahramanı, 6. Mehmed Vahidüddin’in omuzlarına yığıp, gider.
Yıkılmış olan vatanın altında bırakılmak suretiyle belaların en büyüğüne çarptırılan Sultan Vahidüddin‘i teşhis ve tesbit etmenin en ince çizgisi de budur.
Sultan Vahidüddin, 58. ömür yılında Büyük Harb'in son senesinde, her şeyin bitmesine 3- 4 ay kala, İmparatorluğun çöküşü kapkara bir fecir halinde Türkiye ufuklarını siyaha boyarken Osmanlı tahtına geçmiş, etrafındakilere dehşet ve hayretle bakıyor.
İşte Vahidüddin’in başına ne geldiyse bu tahta ve böyle bir zamanda geçmek yüzünden geldiğine göre, asırların hesabını onun memur bulunduğu tek ana sokan hengâmede Vahidüddin ne yapmalıydı; tahtı kabul etmeli miydi yoksa Çengelköy’ ündeki köşküne çekilip salhanede boğazlayacakları vatanın çığlıklarına kulaklarını mı tıkamalıydı?
"Vahidüddin meselesinin baş anahtarı bu sualdir" diyerek doğru soru sormanın hakikate ulaşma usûlünde en mühim noktalardan biri olduğunu da gösterir üstat.
"'Vatan haini değil, vatan dostu’ şeklindeki hükme rağmen, kitabı okudukça bu mevzuda ne kadar saf hakikat taraflısı olduğumuz görülecektir.” Evet, iddiasını konuşturduğu kişilere müdahil olmadan dinleyerek, kendi kararını da bilahare sunup, yorumu okuyucusuna bırakması dikkatlerden kaçmıyor.
31 Ekim 1918. İmparatorluğun ilk çöküş vesikası. Mütareke şatları kendisine bildirilince yıldırımla vurulmuşa döner; elinden tesbihi düşer Sultan’ın…
Çöken vatanın her yanından, hatta dışarıdaki Müslümanlardan saraya telgraf üstüne telgraf yağmaktadır. Bu telgraflar o vakarlı Padişahın yanaklarından gözyaşı olup akarken onunla birlikte ağlayan başkâtibine içini döküyor:
“Ben Milletin ateşli külü üzerine oturdum; taht-ı saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim! Elbette bir gün bu tarih hakayıkı yazar.”
İşte tarihin sözcüsü hakikati yazıyor:
“O, Türk hükümdarları arasında en küçük görünmeye mahkûm en büyüklerden biriydi.”
İşgal altında payitaht… Beyaz atıyla Napolyon kopyacısı, Fatih Sultan Mehmed hatırlatıcısı Fransız General Beyoğlu caddesinde… Ölü evinde, ölüye ve silsilesine söven cümbüş…
Şehrin Müslüman semtlerinde, evlerine kapanmış ve yorgan altına çekilmiş insanların hıçkırıkları, günde beş defa çığlık basan minareler, namazlarda saf halinde gözyaşı çeşmeleri ve sarayında, ateşli alnını buğulu camlara dayamış, bu İstanbul’u seyreden, İstanbul’un, Türkiye’nin ve dünyanın en mustarip adamı Sultan 6. Mehmed Vahidüddin Han…
Osmanlı tahtının üstüne 60 kiloluk ağırlığını oturtmak yerine, vatanın milyarlarca ton ağırlığıyla beraber tahtını da sırtında taşıyan Sultanın çektiği acıyı hayal edebiliyor musunuz?
Vatanını kurtarma derdiyle yanıp küle dönen Sultan..
“Milli bir şahlanışa ilk olarak meydan açma fikri, bu hareketin şefliğini yapan Mustafa Kemal Paşa’dan önce, Sultan Vahidüddin’indir. Yani aynı hareketin vatan hainliğiyle suçlandığı adam.”
Müellifin, bu iddiayı tam bir fikir namusuyla ana tezi olarak başa alıp en ince teferruatına kadar ispatını ve izlediği yolu adımlıyoruz şimdi.
Milli Şahlanış hareketinin fikirde müellifi ve bu maksatla Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderen, doğrudan doğruya Vahidüddin… Bu işin sahnesi de Yıldız sarayında denize karşı küçücük bir oda… Atatürk’ün kendi kaleminden tasviriyle; “Pencerede namlularını saraya çevirmiş düşman topları manzarası ve bu odada diz dize son görüşmemiz. ‘Muvaffak ol!’ hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra, huzurundan çıktım.”
Huzura kabul edilişinden iki saat sonra Başyaver Naci Bey, yaverler odasına gelip ve haykırır:
“Hünkâr Mustafa Kemal Paşa’yı ikna edebildi!”
Milli şahlanışı kamçılamak gibi bir hareket kendi öz davası ve planıysa, Padişah tarafından ikna edilmek diye bir şeyin onun semtine bile uğramaması gerekmez mi? (Doğru soruyu sorma hakikati aşikâr etmenin en mühim şartıydı değil mi?)
Padişah Mustafa Kemal Paşa’ya:
“Anadolu’ya geçmek ve orada millî kıyama zemin açmak lazımdır! Milli mukavemet ruhu Anadolu’nun her yerinde, hissedilir şekilde parça parça kendini göstermeğe başlamıştır. Size düşen iş, bu ruhu büsbütün alevlendirerek orduyu da içine alan bir daire merkezinde bütünleştirmek ve teşkilatlandırmaktır” sözüyle onu Anadolu’ya ilkâ eder.
Padişah topyekûn Milli Kurtuluş Hareketine temel teşkil eden, fani tarihi, ıstırabından çatlatacak şekilde toprağa gömülen, gözlere gösterilmeyen ve ancak birkaç faninin ruh mahzeninde gizli kalan bu telkinlerden sonra son sözü söylüyor: “Muvaffak ol!”
Büyük tezi daha doğrusu hakikati, “Milli Mücadele Hareketi açma fikrinin topyekûn padişaha ait olduğu” tezini, kat’i vesikalar, vesika değerinde karineler ve kimi zaman peşinde koşup ulaştığı kimi zamanda gönüllü katılımcıların (M. Kemal’in köşkte 11 sene hususi servis hizmetini görenlerin başında, Cemal Granda) kendisine sunduğu nakiller ve belgeleriyle ispat laboratuvarında hakikat severlerle buluşturur ve geleceğin tarihçisine mesajını fısıldar.
Tarih, İlâhî adaleti hâdiseler üzerinde o türlü tecelli ettiren bir ilimdir ki, günü geldiği zaman, benim gibi insanların hatıra defterinden kefenlerine kadar her şeylerini sorguya çekerek hakikati tespit etmeyi bilir. (Refet Bele)
Hakikati sarih bir şekilde tespit eden 11 vesikadan sonra, vesikaların vesikası dediği, bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın dilinden ve kaleminden çıkma belgesiyle iddiasını kat’i hükme bağlar. Necip Fazıl gözlüğüyle bakalım mı dikkatle?
TBMM Zabıt ceridesindeki satırlar (Cilt 1-İkinci Basılış, sene 1940):
“ Dilhah-ı milkdârilerinden mülhem azm ve iman ile vazife-i âcizanemde müdavim bulunuyorum”
İşte ayrıntıda saklanan tarih.
"Bahis mevzuu telgrafın suretini neşreden, 1919’da “İrade-i Milliye” gazetesinde ise “dilhah” (gönül isteği) kelimesi yerine “ilkâ” vardır. İlkâ, yani bir şeyi koymak, bir fikri aşılamak, bir manayı ruha sokmak.
Yani Vahidüddin, M. Kemal Paşa’nın bizzat kullandığı kelimeyle ona Anadolu’ya geçmek fikrini ilka etmiştir. Bu da tıpkı bir kayığın denize indirilmesi gibi vazifelendirmekten başka bir şey değildir. İlkinde Padişahın gönlünden Milli Mücadele’yi geçirdiği, ikincisinde ise Mustafa Kemal’i Milli Mücadele’ye göndermenin ötesinde bu işe zorladığı anlaşılıyor." (Küller Altında Yakın Tarih)
Nitekim bir müddet sonra (San Remo), çilehanesinde yakınlarına söylediği şu söz, tahlil ve tespitindeki isabeti kesin şekilde gösterir:
“Saray ve Saltanat yıkılmış ne çıkar; vatan ve millet kurtuldu ya!...”
Vatan ve Millet onun açtığı yolla kurtulacak; lakin o canını teslim ettikten sonra da kurtulamayacaktı bahtsızlığından. Nasıl mı?
“Şahbaba” adlı kitapta yıllar evvel içim sızlayarak öğrenmiştim; tabutunun haczedildiğini ve kızı Sabiha Sultan’ın küpelerini satarak haczi kaldırdığını ancak ondan sonra cenazesinim kaldırıldığını.
Şimdi bir kez daha yıkılıyorum; mübarek kabri de ne yazık ki Şam’da senelerce bakımsız, sahipsiz bırakılmış…
Bu kitap, Osmanlı’nın son sultanı VI. Mehmed Vahidüddin'in nasıl büyük bir vatan dostu olduğu hakikatinin, adım adım izini sürmek isteyenlerin mutlaka okuması gereken büyük kılavuz.