Sen Beni Yanlış Anladın

Yazımı okumaya başlamadan evvel yukarıdaki resme bakmanızı rica ediyorum. Sizce pastanın üzerinde verilmek istenen mesaj ne?
Bir gazete haberine ait bu fotoğraf. Enteresan ve gülünç hikâyesiyle dikkat çekiyor. Garanti Leasing çalışanları önemli bir kutlama davetine gönderilmek üzere pastaneyi arayıp pasta siparişi vermek ister. Pastane personeli, üzerine yazılacak sözdeki “Leasing” kelimesini anlamayınca çalışan kodlayarak yazdırır notunu ve gönül rahatlığıyla kapatır telefonu. Akşam katıldığı kutlamada pastayı görünce yaşadığı mahcubiyet ve şok tarifsizdir. Pastanecinin kendisini yanlış anladığını izah etmeye çalışır; fakat nafile, sonuç ortadadır.
Bu oldukça masum bir yanlış anlama daha doğrusu anlaşılamama hikâyesi. Bunun bir de kasten yapılanı var ki işte insanı en çok bu yıpratır.
Geçenlerde bir televizyon programında İnönü Savaşları anlatılırken, İsmet İnönü’nün bizzat kitabında yazdığı hatıratı okundu; fakat nasıl olduysa birileri iktibas yapıldığını söylediği kısmı kesip sanki sözler anlatanın kendisine aitmiş gibi gösterdi ve başladı sosyal medyada hücum. İşin acısı çok kıymetli tarih profesörleri de bu kulaktan kulağa aktarılan türküye kanıp menfi yorumlarda bulundu. Oldukça şaşırdım doğrusu; oysa aldığımız metodoloji eğitimini geçin etik olarak da olayın kesinliğini, doğruluğunu öğrenmeden nasıl yorumda bulunulurdu?
İnönü hatıratından alıntılanan kısım şuydu: “Birinci İnönü Muharebesi, daha ziyade Kuvayi Seyyarenin Yunanlılarla beraber gelişen taarruzunun muvaffak olmaması şeklinde bir adım telakki edilmek lazımdır. Atatürk, Birinci İnönü Muharebesinin neticesine çok önem vermiş görünmektedir. Aslında Birinci İnönü Muharebesi askeri bakımdan mütevazi ölçüde bir muharebedir. Yunanlılar taarruz etmişler, bizim mevzileri söktürmüşler, bundan sonra hazırlıksız geldiklerini, ilerisinin daha çok tehlikeli olduğunu anlayarak kendileri çekilip gitmişlerdir.“ (İsmet İnönü, Hatıralar, s.233)
Gördüğünüz gibi İsmet İnönü, Birinci İnönü Muharebesinde Yunanların kendilerinin çekip gittiğini, büyük bir zafer olmadığını bizzat kendisi söylüyor. Hücum ise “Sen nasıl İnönü Zaferimizi küçümsersin! Onun mütevazi ölçüde bir muharebe olduğunu nasıl söylersin?” ithamlarıyla geliyor.
Bu vaka bize şunu gösterdi;
1- İnsanlar eskiden olduğu gibi hâlâ tarihi kendilerine göre kırpıp sunabiliyor; hatırlayın Mustafa Kemal Paşa’nın manevi kızı Afet İnan dahi Paşa’nın Karlspad hatıralarını gönlünce sansüre tabi tutmamış mıydı; halbuki Atatürk’ün hatıratına dokunmak, kendince kesip atmak ona yapılan en büyük saygısızlık değil de nedir?
2- Ortaçağ zihniyetiyle Resmi tarihi bir tabu kabul edip onu asla ve kat’a sorgulanamaz gören bir kesim var ve ne yazık ki ezberci eğitim sistemimizle yetişen bu kesim aileden ve okuldan aldığı bu sorgulanamaz, leke değdirilmez süt gibi beyaz tarihi nesilden nesile aktarmaya devam ediyor.
28 Eylül’de Hakk’a uğurladığımız, mükemmel Türkçesi ve hitabetiyle yıllar evvel Bursa’da konferansını dinlemekle müşerref olduğum Yavuz Bülent Bakiler, mühim bir tespitte bulunmuştu; “Bizim yurdumuzda iki ayrı yobaz tipi vardır. Bunlardan birisi din yobazlarıdır. Bunlar İslam’ı katiyen bilmezler; ama söyleyeceğiniz bir cümle için veya içerisinde bulunmuş olduğunuz bir durum münasebetiyle (Neuzubillah) “Kâfir oldun” diye ağzını açarlar. Sevgili Peygamberimiz buyuruyor ki: “Zorlaştırmayınız, kolaylaştırınız; nefret ettirmeyiniz, sevdiriniz.” Bu din yobazları aksine sevdirmekten ziyade nefret ettirmeye, kolaylaştırmaktan ziyade zorlaştırmaya gidiyorlar. Bu din yobazlarının yanında bir de Atatürk yobazlarımız vardır. Bunlar çok dehşetli adamlardır ve çok tehlikeli insanlardır. Bunlar Atatürk’ü katiyen okumamışlardır, katiyen bilmemektedirler. Okumadıkları bilmedikleri halde siz Atatürk’le ilgili yüzde yüz doğru bir fikri ortaya koyduğunuz zaman derhal sizi “Atatürk düşmanı” diye suçlamaktadırlar. Biliyor musunuz; Türkiye’de bu Atatürk yobazları din yobazlarından çok daha tehlikelidir. Ama Atatürk yobazları hakkında söyleyeceğiniz söz adeta yoktur, yapacağınız hareket adeta yoktur. Susmak ve suçlu olmak durumunda bulunursunuz.”
Söylediklerini defaatle tecrübe eden Bakiler, bir defasında Mareşal Fevzi Çakmak’ı anmak için TRT’de hazırladığı bir program sonrası Türkiye’nin her yerinden tebrik ve teşekkür mesajları alırken ikinci yobaz kitle: “Niçin bu programı yapıyorsunuz, maksadınız Atatürk’ü unutturmak mı?” şeklinde yaygaralarla kıyameti koparır. Hatta enteresandır Türk Tarih Kurumu’nun Genel Sekreteri Uluğ İğdemir de ikaz da bulunmuştur. Oysa bilmedikleri bir sözü vardır Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM kürsüsünde ‘Arkadaşlar, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin bütün plânlarını Mareşal Fevzi Çakmak Paşa Hazretleri hazırlamıştır.’ Bu hakikati bilmeyen İğdemir’e arşiv kaydını okutup der ki Bakiler; ‘Efendim bir yanlışlık varsa gidin TBMM zabıtlarındaki Atatürk’ün konuşmalarını değiştirin. Bunu bizzat Atatürk söylüyor.’ Oldukça trajikomik değil mi?
3- Maalesef ülkemizde tarihçi olmak ve hakikati söylemek sandığımızdan da zor. Körler ülkesinde gökkuşağını tarif etmek, Taife düşmek bu adeta; taşlanmayı göze almak… Belki de bir turnusol kâğıdı Taif, canınız acısa da yolunuzun ne kadar eğri yahut ne ölçüde doğru olduğunu gösteriyor taşlar…
Oysa günahı ve sevabıyla, siyahı ve beyazıyla geçmişimizi öğrenmek; analiz ve tenkit etmek hepimizin hakkı değil mi? İstanbul’u feth edip tarihe Türk- İslam mührünü vuran Fatih Sultan Mehmed’in, Belgrad’ı Rodos’u alamaması onun Fatih ünvanına halel getirebilir mi?
Üstad Cemil Meriç’in dediği gibi “En büyük düşmanımız önyargı, en büyük ihtiyacımız diyalog.”