KALEM ORUCU
Oruç ne idi? İnsanın sadece yeme ve içmeyi bir müddet terk etmesi mi? Yoksa sevdiği her şeyden O’nun (cc) için vazgeçmesi mi? Neydi oruç? Yazın en kavurucu sıcaklarında bir damla suya hasret sabırla iftarı beklemek ve ardından gelen o yüce davetle şükrede şükrede aczini, fakrını yani kim olduğunu “hiç” olduğunu yudumlamak mıydı her damlada? Sahi neydi oruç? Dilinin tam ucuna kadar gelmişken kelimeler, onları gerisin geriye uğrulamak mı? Kalemine ısrarla dolanan müştak cümleleri vekil tayin ettiğin üç nokta ile doldurmak mı…
Üstad Necip Fazıl 6 yaşındayken aldığı horoz şekerini Ramazan günü yediği için nasıl da azar işitmiş kovalanmış utanmıştı. Seneler sonra bu defa genç Necip Fazıl yazdığı bir yazıyla kaleminden hicap duyacaktı. Nasıl mı? Hemen anlatayım;
Üstad, Beylerbeyi’nde otururken Şirket-i Hayriye vapurları ile işine gidip gelmektedir. O günlerde çocuklar hoş bir eğlence bulmuşlardır kendilerine. Vapurun ihtiyar kaptanıyla işbirliği halinde nerede kaptanı görseler;
“Ya ya ya, şa şa şa, Tahsin Kaptan çok yaşa!” diye bağırırlarmış.
Bu tezahürata kaptan da düdüğünü çalarak karşılık veriyormuş. Lakin kaba ve gür sesli düdükle Boğaz adeta sarsılıyormuş.
Üstad bu durumu eleştiren bir yazı kaleme almış. Ertesi gün çocukların şevkli ve ısrarcı tezahüratına mukabil kaptanın hiçbir tepkide bulunmadığını görmüş. Sebebini yakındaki biletçiden öğrenmeye çalışmış. Biletçi: “Muharririn biri gazetede bir şeyler yazmış; artık kaptan çocuklara cevap vermeyecek” deyince müthiş nedametini şöyle dile getirmiş Üstad; “Kuş yuvası bozar gibi ihtiyar bir kaptanla masum çocuklar arasındaki oyunu dağıtmış olmaktan kalem kudreti namına mahcup oldum. Devleri öldürmeye memur 42’lik bir topla bir serçe yavrusuna kıymışım gibi geldi bana.” (1)
İşte kalemin de böyle yüzü kızarırmış bazen, yazdıklarından hicap duyup utanırmış…
David Le Breton’un “Sessizlik Üzerine” adlı eserinde dediği gibi “Söz insanı kaybettirir bazen sessizlik kurtarır” ve “Sessizlik bizi birdenbire esas olana götürür; bize sözü ortaya koyabilmek için ödememiz gereken bedeli hatırlatır.”
“İnsan sarf ettiği söz için nasıl bir bedel ödeyebilir ki?” dediğinizi duyar gibiyim. Gelin isterseniz evvela Tek Parti devrine bir gidelim. Sonra dönüp eskilerin söz orucuna gelelim.
“İlk boykot haberi” deyince; 93 Harbi sonrası Hüseyin Cahid Yalçın’ın Tanin gazetesinde “Avusturya emtiasını almayınız” başlıklı makalesiyle, Avusturya’nın Bosna- Hersek’i topraklarına haksız bir şekilde katma isteğine karşı halkı direnişe çağırması aklımıza gelir. Bu boykotun yankısı da büyük olmuştur; lakin biz esas meselemize gelelim.
4 Mart 1925’te çıkarılan Takrîr-i Sükûn Kanunu (susma kanunu) ile her türlü muhalif sesler susturulmuştur. Cahid Yalçın’a da gazetesinde Hilafet’in kaldırılmasına itiraz ettiği için soruşturma açılmıştı. Nâçar, artık köşesinde siyaset dışı hususlara; gençlik hatıralarına, ilmi makalelere yer veren Yalçın bu defa İstiklâl Mahkemesi’nde “yazmayarak muhalefet” ettiği gerekçesiyle yargılanmıştı.(2) Düşünebiliyor musunuz Tek Parti idaresinde yazmak değil yazmamak da suç! Zira Mete Tuncay’ın ifadesiyle o dönemde “basın, hükümetin istediklerini yazardı.” (aynı zihniyet 28 Şubat döneminde de basına brifing vermiş; medya üzerinden “irtica” başlığıyla korku pompalayarak seçilmiş hükümeti indirmiş, yüzlerce üniversiteli genci başörtülü oldukları için okullarından atmıştır.) Rejim muhaliflerini sindiren İstiklâl Mahkemelerinde defaatle yargılanan Hüseyin Cahit: “O mahkemelerde hâkim olmaktansa mahkûm olmayı tercih ederim” sözüyle mahkemelerin hukuktan ne denli uzak olduğunu vurgulamıştı.
O devirde yazmak değil çizmek de yasaklanmıştır. Yanlış duymadınız; karikatür sanatımızın dâhisi kabul edilen Cem, halka ağır vergiler dayatmasını eleştiren karikatürü yüzünden mahkemede yargılanmış ve bizzat Atatürk’ün ricası üzerine çizmeyi bırakmış ve kalemini kırmıştır. (3)
Kazım Karabekir Paşa, Mehmet Akif, Aziz Nesin, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Ziya Gökalp, Necip Fazıl gibi daha nicesi Tek Parti devrinde kalemleri için büyük bedeller ( kitaplarının toplatılıp yakılması, yasaklanması, hapis, sürgün cezaları) ödeyen isimlerdir.
Şimdi gelin yakı(a)n tarihten bir nebze uzaklaşıp Asr-ı Saadet’e gidelim.
Bir gün Peygamber Efendimiz (sav) ile en yakın dostu Ebu Bekir Sıddık (ra) birlikte mescide oturuyorken bir adam yaklaşıp Hz. Ebu Bekir’e yakışıksız, nahoş sözler sarf etmiş. Peygamber Efendimiz adamın sözlerine ses etmeden yalnızca tebessüm etmiş. Fakat adam haddini aşmaya başlayınca Ebu Bekir karşılık vermiş. Ebu Bekir adama kızmaya başlayınca Efendimiz orayı terk etmiş. Hz. Ebu Bekir şaşkınlıkla bu tavrının nedenini sorduğunda Peygamberimiz; “ O kimse gönül incittiğinde sen sustuğun için melekler konuşuyordu; fakat sen kızmaya başlayınca melekler gitti ve melun şeytan yanımıza geldi. Onun olduğu yerde duramazdım” deyince Hz. Ebu Bekir davranışından ziyadesiyle pişman olur. O günden sonra ağzında hep küçük bir taş bulundurdu. Bir şey söylemek istediğinde o taş onu durduruyor eğer hayırsa ağzından çıkarıp konuşuyordu; aksine, sarf edeceği sözün bir fayda vermeyeceğini düşünüyorsa susuyordu.
Eskiler “Sükût, sözcüklerin edebidir” dermiş. Ve konuşmaktan ziyade susmayı yeğlermiş. Tasavvufta da yola devam etmenin mühim basamağı sözüne hakim olmaktan dilini tutmaktan geçermiş.
Allah’ın Resulü (sav) buyuruyor ki: “Kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır söylesin ya sussun.”
Hasılıkelâm işte bu yüzden; kaleme de susmak yaraşır bazen “oruç tutmak”…
- Mustafa Armağan web sitesi, Kalem Kudreti, 1997
- Armağan web sitesi, Tek Parti döneminde sansür, 2014
- Armağan web sitesi, Karikatürist Cem kalemini neden kırmıştı?, 2014