Düşmanın adı neden yok?

İstanbul’u teslim alan Selahattin Adil Paşa 2 Ekim 1923 günü düzenlenen törende İtilaf devletleri komutanlarını İstanbul’dan uğurlarken.
Dün İstanbul’un kurtuluşunun 102. yıldönümüydü. Resmi veya gayri resmi kutlama mesajları ortak olarak İstanbul’un “düşman işgalinden” kurtulduğuna dikkat çekiyordu. İyi de kim bu adı sanı belirsiz “düşman”?
Gazeteler olsun, ders kitapları veya resmi söylem olsun ısrarla “düşman”ın adını belirtmekten kaçınmaktaydı. Kimdi bu “düşman”? İngiliz mi, Fransız mı, İtalyan mı yoksa Yunan mı? (Bu arada “Yunanlı” demek dilimize musallat olmuş bir yanlış. Galat-ı meşhur yani. “Yunan” zaten İyonyalı demek. Bir de –lı son eki getirmek fuzuli gayret.)
Düşmanın adı yoktur velhasıl.
Halbuki düşmanı perdelemek ve anonimleştirmek, bir milletin hafızasına ve dimağına yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir.
Bu anonimleştirmenin Yunanlar ve İngilizlerle ilişkilerimizin düzelmeye başladığı 1930’lu yıllardan kalma bir kurgu ve onun kazandırdığı kötü bir alışkanlık olduğunu düşünüyorum.
Mesela Yunanlar bizi “düşman” olarak mı zikrediyor kitaplarında yoksa “Türk emperyalizmi” olarak mı? Elbette “Türk emperyalizmi” olarak. Peki biz neden “Yunan işgali” diyemiyoruz da “düşman işgali” diyoruz? Yunanların gönlünü incitmemek için mi acaba?
Malum, Elefterios Venizelos İstanbul’a geldiğinde Dolmabahçe Sarayı’nda olmayan şerefine bir ziyafet verilmişti ama salonda Sultan 2. Abdülhamid’in saray ressamı Fausto Zonaro’nun 1897 yılında cereyan eden “Yunan Harbi”ni tasvir eden tablosunun (bakın Osmanlı nasıl adlı adıyla belirtiyordu düşmanı) alt kısmında yerde ölü yatan palikaryaların üzerini muşambayla kapatmıştık Venizelos’un gönlü incinmesin diye.
16 Mart Şehitleri nasıl unutturuldu?
16 Mart 1920 günü Şehzadebaşı Karakolunda şehit düşen askerlerimiz İngilizler tarafından katledilmişti. Cumhuriyetten sonra İngilizlerin bu katliamı adı verilerek telin edilirken 1930’lu yıllarda yavaş yavaş “düşman” diye anonim bir hasım belirdi. Ondan sonraki anma törelerinde bir daha İngiliz lafı geçmedi, artık o da “düşman” kategorisine girivermiş, böylece hasmımız olmaktan paçayı kurtarmıştı. İngiltere artık “dost”tu çünkü.
Nitekim Yunanistan ile aramızın yumuşadığı 1930 yılından itibaren ders kitaplarımızda ve gazetelerde “Yunan fecâyii” veya “Yunan mezâlimi” sözleri bir daha dillendirilmez olur, hatta daha önce yayınlanmış bulunan Yunanların zalimliğine dair kitaplar kütüphanelerden toplatılır.

Halide Edib, Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım’ın ortak kaleme aldıkları İzmir’den Bursa’ya adlı kitap 1922 yılında çıkmış ama 1974’e kadar yarım asır bir daha basılamamıştı.
İzmir’den Bursa’ya adlı Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay ve Mehmed Asım Us’un Yunanların alçakça cinayetlerini hikâye ve yazılarıyla anlattıkları kitap 52 yıl boyunca bir daha basılmaz. Yeniden basıldığı yıl 1974’tür ki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yüzü suyu hürmetine yeniden gün yüzü gördüğü aşikârdır.
Bu kadar meşhur ve büyük edebiyatçıların kaleme aldığı Yunan mezalimini anlatan bir kitabın yarım asır boyunca bir daha yayınlanmayışı, başka bir deyişle yasaklanması yeterince manidarken arada söylem de değişir ve karşılıklı dostluk türküleri söylediğimiz Yunan’ın ismi kaşla göz arasında o belirsiz, anonim “düşman”a çevriliverir. Ondan sonra artık düşman aşağı, düşman yukarı…
Yunanların Anadolu’da işlediği şenaatleri Yunan Mezalimi adlı müstakil bir kitap halinde anlatan rahmetli Kadir Mısıroğlu Milli Mücadele’nin Galib Hoca’sı Celal Bayar’a kitabı takdim ettiğinde hayretle “Bu kaynakları nereden buldun? Biz onları vaktiyle kütüphanelerden toplatmıştık” dediğini aktarır.
Düşünün: Eski yazıyla basılmış olan Yunan Fecayii adlı belgesel kitap bile ancak son senelerde bir akademisyen tarafından Latin alfabesine (maalesef o da bozuk bir şekilde) çevrilebilmiştir.

İstanbul’un kurtuluşu hangi tarihtedir?
1882 doğumlu Selahattin Adil Paşa 1961 yılında vefat ettiğinde ailesi ve kalan dostları dışında unutulmuş gibiydi. Oysa 18 Mart Çanakkale zaferinin iki mimarından biriydi. Cevat (Çobanlı) Paşa ile birlikte İtilaf donanmasını Çanakkale’den geçirmeyen Müstahkem Mevkiin Kurmay Başkanıydı. Bugün Çanakkale kutlamalarında adı anılmıyor ne yazık ki.
Bu ayıp yetmezmiş gibi bir de İstanbul’u işgalcilerden devralan komutan olmasına rağmen İstanbul’un kurtuluşu kutlamalarından adı silinmiştir. Bu haksızlık o boyutlara ulaştırılmış ki, son işgal birlikleri 2 Ekim 1923’de Arabic adlı zırhlıyla İstanbul’dan ayrıldıkları, yani şehir 2 Ekim günü düşmandan kurtarıldığı halde kurtuluş tarihi 4 gün sonraya alınmış, yani Şükrü Naili (Gökberk) Paşa’nın Ankara’dan hareket eden kolordusuyla İstanbul’a girdiği tarih esas alınmıştı. Halbuki o tarihte İstanbul 4 gündür kurtulmuş durumdaydı.
Bu durumu Selahattin Adil Paşa hatıralarında şöyle anlatır:
“Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti.”
Gaziantep Müdafaasının da kilit isimlerinden olan Selahattin Adil Paşa’nın oğlu rahmetli Semuh Adil bey ile muhtemelen 2010 yılında Teşvikiye’deki evinde görüştüğümde babasının İstanbul’u işgalcilerden başarılı bir organizasyonla devralmasıyla şehirde bir kahraman haline geldiğini, bunu çekemeyenlerin onu terfi ettireceklerine, eski görevi olan Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı’na dahi atamayıp alt düzeyde bir göreve kaydırdıklarını, en önemlisi de, tarihteki başarılarını hafızalardan silerek onu unutturduklarını söylemişti.
Tek Parti döneminde CHP saflarına katılmayan bu kahraman Paşa kendisini sanayiciliğe vererek ülkesine üretim alanında hizmet etmeye devam etmiş, bu karar da onun tarihten silinmesine yol açmıştı.
Babasının Tek Parti yönetimine yakın durmadığı için unutturulduğunu savunan Semuh Adil Bey İstanbul’un kurtuluşunun 2 Ekim günleri kutlanacağı günleri bekliyordu sabırla. Hiç olmazsa İstanbul’un kurtuluşu, bir de Çanakkale zaferi törenlerinde babasının adının anılmasını arzu ediyordu.
O bunları göremeden 2012 yılında vefat etti. Bakalım biz görebilecek miyiz?