BİR KISA NEVBAHAR
Kitap Adı: Ezan Şehidi Menderes (Hümayun Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2021, ss. 287)
“Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.”
Tarihe kazınmış bu yakıcı son sözler; millete layık görülen ceberut tavrı, asık suratı ve mütehakkim çehreyi değiştiren, halkının “güler yüzlü” Başbakanı Ali Adnan Menderes’e aittir.
1950; iki kurtuluş tarihini bağrında barındırıyor: “14 Mayıs” ve “16 Haziran”. Biri halkın tahakkümden kurtuluşu, öbürü Ezan-ı Muhammedî’nin semalarda âzâd oluşu. Çifte bayram yani. 1960’a kadar sürecek, silahların gölgesinde kısa bir nevbahar…
İşte bu 10 yıllık devrin panoraması elimizdeki kitap. Yazarın kelimelere hayat veren üslubu ve acı acı konuşan fotoğraflarla capcanlı bir panorama. “Kitap rüzgâr olmalı, perdeyi kaldırmalıdır” diyor ya Nazım Hikmet; buyurun yakın tarihin hafızamıza getirdiği kalın perdeleri kaldıran rüzgârın sunduğu manzaraları birlikte temâşâ edelim.
Giriş kapısında “Ezan Şehidi Menderes” ismi altında, tebessüm eden çehre karşılıyor sevenlerini. Nasıl tebessüm etmesin ki bu şanlı payeye?
16 Haziran 1950. Ezan-ı Muhammedî’nin muhteşem dönüşü ile başlıyor unutulmaz sahneler...
O da ne? Bir, üç, beş, derken dakikalar su gibi geçer ama ezan sesi duyulmaz bir türlü. Aşağıdan bakıp müezzini görürler şerefede ya nedense ezanı okumamaktadır. Seslenirler kendisine ‘Haydi oku!’ diye ama bir türlü cevap alamazlar. Bunun üzerine ‘Git bak bakalım’ diye bir genci gönderirler şerefeye. Genç az sonra soluk soluğa iner aşağıya. Ağlamaklıdır. Hep birlikte merakla sorarlar:
-“Neden okumuyormuş müezzin? Derdi neymiş?”
Genç gözleri yaşlı şu cevabı verir:
-“Ağıt boğazına çökmüş de ondan!”
Âmâ müezzin, hıçkıra hıçkıra ağlamaktan bir türlü ezanı okuyamamaktaymış meğer.[1]
O gün öyle bir gündür ki vatanın her köşesinde âdeta kurtuluş bayramı sevincidir yaşanan, kesilen kurbanlar ve gözyaşları eşliğinde. Mesela Bursa’da ikindi ezanı tam yedi defa okunmuştur. Bu nasıl bir susuzluktur Allahım, Kerbelâ’da yanan yürekler misali…
Yaşayarak hissetmenizi istediğim için o nafiz atmosferi, gördüklerimden bir damlacık ikram benimki. Yalnız bir ipucu: Gözünüz gönlünüz yaşla dolacak…
Dile kolay, 18 yıl süren esaretten kurtarmak onu, “din dili”ne kavuşturmak. “Bu ne muazzam mazhariyetti ki kıyamete kadar okunan o ezandan o şehide oluk oluk sevap akıtacak.”
Şimdi, bir anlamlı ziyaret…
Başvekil, Bağdat’taki İmam-ı Âzam türbesinde, yere çöküp oturmuş; hürmetkâr ve düşünceli. Neyi fark etti biliyor musunuz? “Ölümsüzlüğün yalnız dinden geçtiğini.”
Siyasete hayal getirmişti Menderes. O hayal: “Müslüman, zengin, hür ve gelişmiş bir Türkiye” idi. “Halk ile arasındaki ufuk buluşması bundandı. Hasret ve hayalin buluşmasıydı Menderes’in fani şahsında tecelli eden ümit”.
“Menderes bir fikirdir” diyor yazar ve bir noktaya dikkatimizi celb ediyor: Menderes, sadece idam fotoğraflarıyla zihinlerimize kazınmış mazlum Başbakan değildir; usta bir polemikçi, sözünü budaktan esirgemeyen bir hatip, cesurca değerlendirmeleri bulunan bir siyasi düşünür ve darbeden bir gün öncesine kadar dahi iki ilkokulun temelini atmakla meşgul, gönlü hizmet aşkıyla yanan Başvekildir o.
14 Mayıs. Demokrat Parti Devrimi, milletin rehinden kurtulduğu gün… Belki o gün yeni başlayacaktı “Demokrasi Mücadelesi” şu sözlerle:
“Bu ülkeyi ve milleti bir FETİH HAKKI olarak kendi varlıklarına emanet edilmiş olarak görenler ile ülke ve milleti rehinden kurtarmak için uğraşanların mücadelesi.”
Ardından DP ile gelen bahar yılları…
İşte memleket sevdalılarından biri: Yassıada Şehidi Tevfik İleri. Rahmetlinin darbeye 5 ay kala derdi, Boğaz Köprüsü’nün temelini Haziran ayında atmak ve köprüyü Cumhuriyet’in 40. yıl dönümüne yetiştirmekti. Zira bu kadro, milletin sevgisine doymuyor; “bu muzdarip ve mübarek millete hizmet edebilmek ibadetlerin en kutsi olanıdır” diyordu. Lakin darbe yüzünden köprünün açılışı 1973’e yani tam 10 yıl sonrasına kalacaktı. Kaybedilen kaybettirilen yıllar sizin de içinizi kor gibi yakıyor değil mi?

Bir tarafta “milleti insan yerine koymayan”, DP iktidarı boyunca Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını protesto edip katılmayan CHP lider kadrosu, (Evet yanlış duymadınız; kendileri iktidarda değilse Cumhuriyet Bayramı’nın kutlanması caiz değildi onlar için! Yalnız bu misal bile o devri aşikâr etmeye yetmez mi?) beri tarafta “halka hizmet Hakka hizmettir” vecdiyle coşan vatan ve millet sevdalıları.
İşte bir sevdalı daha; “Bir idamlık Dışişleri Bakanı vardı; o da sessiz sedasız asıldı.” Zorlu için, “Türkiye’nin yetiştirdiği en yetenekli Dışişleri Bakanı” diye yazan Sunday Times Gazetesi’ nin yanı sıra The Times Gazetesi “en zeki” sıfatını yakıştırıyordu Fatin Rüştü’ye. Kıbrıs müzakerelerinde, Shakespeare’in Othello’sundan okuduğu pasajlarla Yunan meslektaşı Averof’u bile kendine hayran bırakan, ona “Davayı kaybettik. Zorlu kazandı.” dedirten Fatin Rüştü, idam sehpasına tekme atarak veda edecekti dünyaya…
Kıymet bilmez eller altında kaybedilen hizmetler, yiğitler…
Kısa baharımıza, kara bulutlar hızla yığılıyor; sü uyuyup düşman uyumuyor, cuntacılar adım adım darbeye götürecek planlarını işliyordu.
“Tarih önlenebilecek felaketlerin toplamıdır” diyor Adanauer. Önlenebilir miydi hazin netice, darbenin ayak seslerine kulak verilseydi, göz göre göre kaçan fırsatlar değerlendirilseydi?
Bir gaflet uykusu muydu DP’yi saran; ordusuna, milletine kutsal bir aşkla bağlı Başbakanı yanıltan “bu ne masumiyetti ya Rabbi?” O fazlasıyla iyi niyetin saikleri neydi?
“Demokrasimizin Kerbelası”
Kerbelaydı âdeta 27 Mayıs ve ardından gelen Yassıada günleri…
“İdam kararının açıklanmasına kadar idam edileceğine asla inanmayan” Başbakan, ümitle başlayıp hüzünle biten satırların yazılı olduğu mahkûm mektupları ve Menderes’e mızrak gibi saplanan, dostun hatıra defteri…
“Bir hakikat kalmasın âlemde Allah’ım nihân” diyen Muallim Naci’nin sözüne kulak verircesine seriyor gözler önüne belgelerini müellif cömertçe, hakikatin üzerindeki sis perdesi biraz daha aydınlansın diye.
Ve geldik işte o kara güne.
-Bugün ayın kaçı?
“17 Eylül Pazar”
Saat 13.23’te bir “Allaaahh!” nidası bırakıp da gitti yapayalnız; mahzun, bitkin, yaralı Vekil…
Gökyüzü sağanakla boğulurken,
“Çocuğum sana kurban olsun!” diye haykıran, “Baksanıza halk bizi seviyor” diye güvendiği binlerce kalabalık, sığındığı o müşfik kucak neredeydi?
“Ne yaptım ben?”
Suçu neydi sahi?
“Halkının gönlünü nisan yağmurlarıyla yeşertip, onlara ‘insan’ olduklarını hatırlatmak.”
Ah Menderes...
1] Mevzubahis bölüm, kitabımızın 23. sayfasında geçmektedir.