BU DA GEÇER YA HÛ!
“Kabz hali yaşıyorum, dua et!” deyip kapatmıştı telefonu.
Kalbine sirayet eden bu söz onu da tesiri altına almış, günlerdir dualarının yanık köşesine oturmuştu… Ne yapabilirdi onun için; hangi söz, hangi reçete, hangi antidepresan yarasına tiryak olurdu?
Düşündü.
Gökyüzü gibi değil miydi insanoğlu; kimi zaman pırıl pırıl bir güneş gönül semasına çiçekler açtırırken kimi zaman kapkara bulutlar sarmaz mıydı dağını? Bazen öylesine kesafet kaplardı ki küsûf hali yani güneşin tutulması gibi, bir daha hiç doğmayacak hissi çepeçevre kuşatırdı o semayı…
Yunus’un ifadesiyle:
“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur
Bir dem gelir şâdân olur bir dem gelir giryân olur
Bir dem sanarsın kış gibi şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşaretten doğar hoş bağ ile bostan olur”du.
Lakin, o kendi isteğiyle kurulmamış mıydı zehirle pişmiş aştan mürekkep sofraya; talip olmamış mıydı Tapduk’un kapısına?
Öyleyse?
Eğri olmayan, ok gibi doğru odunları sırtlanıp o kapıya yığmak ter atmadan mümkün müydü hiç? Ve yine mümkün müydü zehirli lokmayı boğazı kanatmadan yutmak?
Dava büyüktü Azizim! Dava çok büyük! Yol, En Sevgili’nin (sav) yoluydu; menzili, dikeni, Taif misali, taşlayanı çok!
Ne demişti Asr-ı Saadet’i iliklerimize kadar solutan Arif Nihat Asya;
“Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke’de bunalırsan Medine’ye koşardın?”
Biz bu dâr-ı dünyada darlandık; nereye koşalım Ya Resulullah! Hangi Hira’da Nur arayalım? Hangi Fatıma’ya dert yanalım? Bir vakum gibi derdini yüreğinden söküp alan Hazreti Hatice misali yâr-ı sâdık var mı bu diyarda sahi?
…
5 yıl önce bugün (24 Temmuz), 86 acı senenin sonunda Fatih’in emaneti Ayasofya, namaz kılan Müminleriyle yeniden şenlenmişken, senelerce yerlerde mahzun duran; fakat ne olursa olsun, bir gün gerçek hüviyetine kavuşma ümidiyle, asla kapıdan dışarı çıkmayan o devasa hat levhalarının hattatına, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin devranına gidelim mi? Kim bilir o meşhur devayı bizim de yüreğimize nakşeder mahir eliyle?
Günler o günlerdi ki yerinde duramaz olmuştu padişah. Cihana hükmediyordu amma gönlü ferman dinlemiyor darlandıkça darlanıyordu… Topladı vezirlerini başına Sultan-ı Meşhur Mahmud-u Sâni. Emir buyurdu: Tiz haber uçurula; derdime derman buluna! Bana öyle iksirli bir söz getirin ki derde düçâr olduğumda o dert beni yakmasın ve dahi sevince gark olduğumda gönlümü kibir kaplamasın!
Haftalar günler birbirini kovaladı; lakin padişahın derdine derman bulunamadı. Ta ki şehri uzaklardan bir derviş teşrif edene dek.
Bir umut koştular yanına dervişin; anlattılar meramını padişahın, heyecanla.
Gönlü kadar sözü de yanık dervişin ağzından Kevser gibi akıverdi enfusi cümle; “Bu da geçer Ya Hû!”
Aman Allah’ım! Bu sözle yankılandı kâinat; durdu dünya… cezbede eşya…
Sûfimeşrep Kazasker, billurdan sözü itinayla dizdiği günden beri padişah, o yüzüğü parmağından çıkarmadı hiç; gönlü kafese sığmadığında ona bakıp teselli buldu; coştuğunda onunla teskin oldu…
Velhasıl, kalp hüzünle doluysa, kara kapkara gölge üzerine oturduysa bize: “Bu da geçer Ya Hû” deyip sabır örsünde beklemek düşer…