TALAS BİZE NE SÖYLER?

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Bir Kasım sabahı Bursa’dan Kayseri yoluna revan oluyoruz …

Kırmızı, turuncu ve sarıya çalan ateş rengi ağaçlar eşlik ediyor evvela bize;  “Güle güle gidin” dercesine. Lakin mütebessim çehrelerinin altında bir hüzün var. Dile kolay tam bir senedir neşeyle açan, yeşeren, göğeren yaprakları tek tek dökülüyorlar…

Ardından ağaçsız çıplak ve kuru, göz alabildiğine geniş ovalar açılıyor önümüze; nev-i beşeri hatırlatıyor dikkatle nazar edenlerine.

Evet. Nev-i beşer yani insan da öyle çeşit çeşit değil mi? 

Kimi sadece ilkbaharda, yazda değil;  hazan mevsiminde dahi renk cümbüşleriyle insanın içinde neşvünemâ bulur. 

Kimi bahara zimmetli sanki; güneşi görür görmez rengarenk çiçekler açarken gül yüzünde, bakanlarının içine neşe saçarken, ilk kırağı da birden soluverir, hiç açmamış gibi yitip gider…

Kimi ise mevsimsiz. Çöl. Ne ağacı var ne dalı ne çiçeği.. Kendinde olmayanı nasıl versin ki?

Yemyeşil diyarlardan gelenler bu kupkuru manzara karşısında şaşkın. Ardında gizli bir mana arayışına düşüp; bağrında saklı bahçeler olduğunu hayal eder. Çöl, naçar; o hülyanın peşinde koşmaktan yorulmayanlara “yalancı cennet” dedikleri rüya ve gerçek arasında serabı sunar. 

Senin iklimin hangisi?

Bahar mı yaz mı hazan mı?

Toprağın ne peki?

Ağaçlara, çiçeklere, kuşlara neşeli şarkılar söyletir mi?

Kupkuru dallara can verir mi?

Yoksa?

Tek bir tohumu dahi yeşertmeyecek kadar sert mi çorak mı turabın..?

Ya sen açmak için çırpınan gül!

Habitusunda değilsin belli ki. Nedir bu dikenler arasında, her zorluğa rağmen gül olmaya namzet gonca halin? 

Ahmet Haşim’in çiçekçi de gördüğü saksıya hapsolmuş hurma ağacını hatırlatıyorsun bana;

“Bir limonlukta mahpus olduğu için, uzaklarda kalan diğer hemcinsleri gibi öğle güneşlerinde sıcak toprağa gölge salamayan, yağmurlarda ıslanmayan, fırtınalarda sarsılmayan, semayı, yıldızları, Ay'ı görmeye görmeye unutan şu ağaç, bulunduğu köşede acaba mesut muydu? En hakir ottan, en muhteşem çınara kadar, her nebatın muhtaç olduğu hava ve ziyadan, kuş ve böcek ziyaretinden mahrum olarak, bu ağacın soba harareti ve insan nefesiyle yaşamaktan mesut olabileceğine hükmetmek için kendimce bir makul sebep bulamadım….”

diyordu ya ve devam ediyordu şairimiz muhrik cümleleriyle hurma ağacının sesi olup, kalbimizi derinden yakmaya; 

“Çöllerin serbest bir ağacı iken irsî bir terbiye ile ateş kenarında yaşamağa mahkûm uyuşuk bir kedi zilletine indirilmiş, bu şimdi çiçeksiz, meyvesiz, aşksız ağacın her neshinin, duyulmak için ağız ve sesten başka bir şey istemeyen bin karanlık feryat ile dolu olduğunu pek muhtemel gördüm.”

Mevsiminin, toprağının, yani ait olduğu yerin firakında olanların feryadını bir tek Ahmet Haşim gibi kulağıyla değil kalbiyle dinleyenler duyar;

Mevlâna ile Şems misali gönülden gönüle sessiz, sözsüz sohbetin ve aşkın  bütün sırlarını söyleyen neyin sesini de..

Kendi dilinden anlayanlardan kendi dilini konuşanlardan uzak düşen kimse, yüzlerce dil yüzlerce nağme bilse ne çıkar; lâl kesilmez mi?

Gül gidince gül bahçesinin mevsimi biter; artık bülbülün başından geçenleri işitmezler ki…

Sizi başka diyarlara götüren muhayyilenizi şimdi müsaadenizle Kayseri’ye Talas’a çekip alacağım bir nebze.

“Kayseri” deyince aklımıza; 

Erciyes, mantı, sucuk, pastırma gelir de İngiliz ordusunu hezimete uğrattığımız Kut’ül Amare Zaferimizde büyük kahramanlıklar gösteren 44. Alay; Birinci Cihan Harbi’nden beri girdiği her savaşta düşmanı mağlup ettiği ve süngü ile yakın çatışmayı sevdiği için nam-ı diğer “Kasap Alayı” neden gelmez? 

 Şanlı Kut’ül Amare Zaferimiz dahi unutturulmuştu senelerce hatta ders kitaplarında birkaç kelime ile geçiştirilmişti. 

Ders kitaplarımızı kimler yazmıştı sahi?

Soruları zihin koridorumuzun şimdilik bir köşesine alıp biz Eski Talas’a, Osmanlı Sokağı’na doğru ilerleyelim. 

Bu sokağa daha girmeden içimi bir heyecan kaplıyor doğrusu; burnuma tarihin usulca içine çeken kokuları geliyor…

Sultan II. Abdülhamid Han’ın çok sevdiği seraskeri Kayserili, Talaslı Ali Saib Paşa mührünü taşıyan 

bu şirin mi şirin sokak bir mıknatıs gibi bizi kendine çekiyor; kopmak ne mümkün.

Tam karşımızda bir meydan çesmesi.

Müşir ve Serasker Saib Paşa, sokağın girişine babası İbrahim Efendi’nin hayrına bir çeşme inşa etmiş. Ev görünümlü, üçgen alınlığın ortasına yerleştirilmiş mermer kitabeli çeşmenin suyundan bir yudum tadıp ilerliyoruz adım adım.

Adeta eski zamanda yürüyüşe çıktığınız bu güzel sokakta enteresan bir cami ile karşılaşıyoruz.

Ali Saib Paşa Camii. Paşa 1886’da inşa etmiş bu camii ve  taşa renkli, muhteşem Osmanlı armasını avlu kapısına bir kartal gibi kondurmuş. Gözünüzü alamıyorsunuz ihtişamından.

Farklı,  sımsıcak dikdörtgen mimarisi ve minaresiyle içinizi ısıtan caminin kitabesini okumadan geçmeyelim.

Nûr-ı mihrâb-ı zafer Şâh-ı Hamîdü’ş-şiyemin

Murtazâ-menkabe ser-askeri Sâ’ib Paşa

Pey-rev-iazm-ihüdâ-perver-i şâhânesidir

Arz-ı âsâr-ı diyânetde bilâreyb ü riyâ

İşte bu câmi’ iken çeşm-i cihândan pinhân

Çok zamândan beri mânende-i nûr-ı ma’nâ

Yeniden eyledi ihyâsına sarf-ı himmet

Himmeti var ola celb itdi o hakana du’â

Tâ ola zîver-iâzân-ıcihânbâng-i ezân

Bâb-ıiclâli ola kıble-i hâcât-revâ

Ser-fürûitdi bu târîhecemâ’at Muhtâr

Kıldı bu mescidi te’sîs Ali Sâ’ib Paşa – 1304

Anlayabildik mi? “Maalesef”  dediğinizi duyar gibiyim.

Kendi ülkemizde turist haline gelmenin acısı yüreğimizi bir kor gibi yakıyor değil mi?

Özetle, bu camii inşa etmekle Sultan İkinci Abdülhamid Han’a dua kazandırarak ne hayırlı bir iş yaptığını vurguluyor kitabe;

“Onu ihya için himmet etti, himmeti var olsun, zira padişaha dua kazandırdı.

Bu Câminin ezan sesi dünyanın kulaklarının süsü olsun.”

“Amin”  diyoruz biz de bu kutlu duaya. 

Ve sokaklarda devam ediyoruz buram buram Osmanlı kokan devri solumaya. 

Taş evler şimdiki gibi tek düze ve kimliksiz değil. Asma balkonları, çatılarında yağmur sularını tahliye eden arslan ağzı, zincirli su olukları, oldukça mahrem ama birbirinden ayrı düşmeyen komşu duvarları, konaklar… Müslüman’ı ve Hıristiyanı’yla farklı din ve kültürlerin iç içe huzurla yaşadığı kilit taşlarla döşenmiş sokaklardan geçip sona geldiğimizde bir sürpriz daha bekliyor bizi.

Sokağın başında babası adına çeşme yaptıran hayırlı ve vefâdar evlat Ali Saib Paşa bitiminde de annesi Esma Hatun için bir çeşme yaptırmayı ihmal etmemiş.

Bu nahif çeşme şimdi misafirlerine su ikram edemese de bakanlarını kendine hayran bırakmaya devam ediyor.

Durun bir dakika neler fısıldıyor öyle ihtiyar sesiyle, kulak verelim;

“Doğ kendi çeşmenden, kendi uygarlığından 

Ağacın topraktan

Çiçeğin ağaçtan

Suyun dağdan doğduğu gibi” doğ…