Putin Gerçekten ABD’ye Karşı mı? Yoksa Kontrollü Kaosun Jeopolitiğini mi İzliyoruz?
Dünya düzeni günümüzde hiç olmadığı kadar bulanık. Tarihin hala yankılanan süreci olan Soğuk Savaştan sonraki dönemde “Batı kazandı, Rusya kaybetti” söylemi uzun süre geçerli oldu. Fakat son on yılda bu tablo ciddi anlamda değişti. Putin liderliğindeki Rusya yeniden küresel arenaya çıkarak ABD’nin hegemonyasına meydan okur hale geldi.
Ancak esas tartışma şu ki: Putin gerçekten Batı’ya karşı bağımsız bir güç mü, yoksa küresel düzenin kontrollü bir parçası mı? Bu hipotezin cevabı olup biten herşeyi daha rasyonel bir açıdan değerlendirmemizi sağlayacak.
Nitekim tarihe göz attığımızda ABD ile Rusya arasındaki rekabetin hiçbir zaman salt ve saf bir düşmanlık olmadığını görmüş oluruz. Öyle ki 1945 yılını takiben bu iki süper güç uluslararası alanda görünür şekilde cepheleşti ve ayrıştı. Ancak bu iki güç aynı zamanda birbirini var eden ve besleyen iki kutup haline de geldi.
Buna örnek olarak 1962 Küba Krizi’ni verebiliriz. Küba krizi, bu iki süper gücü nükleer felaketin eşiğe getirmişti. Tüm kartlar açılmış, silahlar çekilmişti. Ancak ikili arasındaki bu gerilim esasen küresel yeni “denge”yi ve düzeni yeniden tesis etmeye yol açtı.
1991 yılında uzun yıllar bölgede hüküm süren Sovyet Rusya çöktüğünde bile, Rusya tamamen uluslararası sistemin dışına atılamadı. Hatta tam aksine, 1990’larda ABD ve Avrupalı finans kurumlarının (IMF, Dünya Bankası gibi) denetimi ve desteği altına alındı. Dolayısıyla iki süper güç arasındaki rekabet, tarih boyunca daima kontrollü bir çerçevede sürmeye devam etti.
Şimdi tarihsel strateji oyununun bugün de devam ediyor olması olasılık dahilindedir. Zira Putin’in zaman zaman dile getirdiği Batı karşıtlığı, tıpkı Soğuk Savaş’ta döneminde olduğu gibi, yeni küresel düzenin dengesini yeniden kuran bir rol işlevi görebilir. Elbette buradaki en önemli unsur halen devam etmekte olan Ukrayna konusu üzerinden olabilecektir.
Ukrayna, 21. Yüzyılın Jeopolitik Laboratuvarı mı?
Ukrayna Savaşı son yılların en önemli denklemlerinin ortasında özel bir yer tutuyor. Savaşın temelinde, Rusya’nın NATO genişlemesine tepki olarak harekete geçtiği dile getiriliyor. Fakat perde arkasında ABD, Avrupa’yı yeniden kendi güvenlik şemsiyesi altına toplamış olamaz mı? Nitekim Almanya ve Fransa gibi Avrupa’nın yerlisi ülkeler, uzun zamandır kurmaya çalıştıkları “Avrupa özerkliği” fikrinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Ayrıca artan ve önem kazanan enerji krizleri ABD’nin LNG ihracatını artırarak dolar ve savunma sanayii yeniden güç kazanmasını sağladı.
Bu tablo esasen bize şunu gösteriyor:
Görünürde bu savaşın bir kazananı yok, ancak sistemin bir kazananı var: ABD. Ayrıca Rusya da bu yeni güç haritasında, Asya eksenine kayan alternatif bir kutup olarak sisteme “dengeleyici” rol oynamaya başlamış görünüyor.
Kontrollü Kaos Teorisi: Düzenin Yenilenme Mekanizması
Jeopolitik literatüründe “kontrollü kaos” kavramı, kaosun rastlantı sonucu değil, stratejik bir araç olduğunu betimler. Çünkü kavrama göre büyük güçler ve devletler, enerji, diplomatik ve ekonomik krizleri sistemin yenilenmesi için kullanır. Örneğin 2011 Suriye iç savaşı, 2010 Arap Baharı süreci, 11 Eylül sonrası doğan Orta Doğu politikaları bu mantığın yaşayan örnekleri olarak bilinmektedir.
Ve şimdi Ukrayna da da aynı denklem söz konusu. Çünkü bu savaş ile birlikte Avrupa enerji açısından ABD’ye yeniden bağımlı hale geldi. Rusya, Çin ve İran gibi ülkeler yeni bir blok kurma yönünde itildi. Ayrıca küresel ekonomi “bölgeselleşme” kisvesiyle yeniden yapılandı. Dolayısıyla kaos, düzenin yıkılmasının değil, yeniden biçimlendirilmesinin aracı haline getirilmiş oldu.
Tarihî Benzerlikler: Napolyon’dan Yalta’ya
Tarihte büyük güçlerin görünürde savaş içinde olup; diğer yandan perde arkasında işbirliği yaptığı bilinen pekçok örnek var. Öyle ki Napolyon’un Avrupa seferleri, esasen kıtanın siyasi sınırlarını yeniden çizme süreci olmuştu. Yine I. Dünya Savaşı sonrası oluşturulmak istenen Versay düzeni, Almanya’yı cezalandırmış gibi görünse bile, Anglo-Sakson sistemin ekonomik hâkimiyetini kurmayı sağladı. II. Dünya Savaşı’nın sonunda ise, ABD, Sovyetler ve İngiltere’nin Yalta’da yaptığı gizli anlaşmalarla küresel modern dünya yeniden paylaşıma açılarak neredeyse 50 yıl sürecek düzeni yarattı.
Şimdi ise Ukrayna, o dönemdeki Yalta masasının yeni konjonktürel versiyonu olabilir. Ayrıca Yalta masasından daha geniş bir masa kurarak ABD, Rusya, Çin ve Avrupa’nın ötesinde, Hindistan ve Orta Asya gibi yeni aktörler de bu denklemin içinde yer alması mümkün.
Putin’in politikası ise, Batı hegemonyasına karşı duruş iddiasını taşıyor. Fakat bir takım görüşler ve detaylar, bu duruşun bir tülü gelişme göstermediğini ve belirlenen sınırları aşmadığını gösteriyor. Ek olarak Rusya, hâlâ SWIFT sistemine alternatif bir kurum ve yöntem kuramamış durumda. Bu durum da enerji ticareti büyük oranda dolar ve avro üzerinden devam etmelerine yol açıyor.
Şuan Rusya’ya yönelik yaptırımlar sert olsa da, Moskova’nın küresel finans sisteminden tamamen kopması ciddi ölçüde engelleniyor. Bu durum ise, uluslararası toplum üzerinde “kontrollü bir ayrışma” izlenimi yaratıyor. Öte yandan Putin, iç siyasette “Batı karşıtlığı” üzerinden millî bir dayanışma atmosferi kurmaya devam ediyor . Dolayısıyla Putin’in ABD’nin 2000’lerde “teröre karşı savaş” politikasıyla kendi kamuoyunu konsolide etmesine benzer bir strateji izlediği düşünülmektedir. Özetle iki tarafın da düşmanlığı içeride/iç politika da birleştirici ve baskı gücü oluşturucu kritik bir araç olarak kullandığı ortaya çıkıyor.
Yeni Küresel Sistem Düşmanlık Üzerinden Yönetimle mi Yapılıyor?
Küresel uluslararası sistem, açık işbirliği ve stratejik ortalık konseptleri kadar “simgesel düşmanlık” metodu da yönetim aracına dönüşmüştür. Bu minvalde ABD için Putin, Batı değerlerine tehdit oluşturan “otoriter lider” figürü ifade ederken; Rusya için ABD, “ahlaki çöküşün” sembolü olarak tabir edilmektedir. Bu iki karşıtlık, her iki tarafta da iktidarlarının toplumsal meşruiyetini pekiştirerek güç kazanmalarına, mevcut yönetim ve seçmen kitlesinin devam etmesine katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla çatışma, yalnızca askerî açıdan değil; aynı zamanda politik ve ekonomik bir denge aracı olarak kullanılabilmektedir.
Aynı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, düşmanlık sistemi hükümet ve rejimleri ayakta tutmayı sağlar. Bu nedenle bir takım çatışmalar ve krizler çözülmek istenmez; çünkü düşman kaybolursa sistem de çöker.
Bu doğrultuda Putin gerçekten ABD’ye karşı mı, yoksa aynı oyunun farklı kutbunda mı rol alıyor? Bu sorunun yanıtı, mutlak bir “evet” veya “hayır” olmayacaktır. Çünkü, bu iki uç kutup arasında bir yerde görünmez bir ip var gibi görünüyor. Bu ip hem bağımsız ama kontrollü; hem de rakip ama sistemin parçası görevini yerine getiriyor.
Dolayısıyla Ukrayna Savaşı, 21. yüzyılın yeni Yalta’sı olabilme ihtimali dahilindedir. Nitekim yeni konjonktür kapsamında Dünya yeniden paylaşılırken, güç merkezleri de yeniden tanımlanmaya başlanıyor. Fakat bu süreçteki asıl mesele, kimin ne kazandığı değil; kimin sistemi daha fazla yönlendirdiği olacaktır. Zira günümüzde yaşadığımız kaos ortamı, belki de yeni bir düzenin inşa sürecinin tam ortasıdır.
Sonuç olarak tarihin bize güçlükle öğrettiği en basit gerçek şudur ki: Büyük güçler nadiren birbirini yok eder; fakat her zaman birbirine ihtiyaç duyarlar.