Harf İnkılabı değil, ‘Harf Darbesi’!

Fransız filozof Jacques Derrida Boğaziçi Üniversitesi’ndeki konferansı sırasında (1997).
97. yıldönümünde bulunduğumuz Harf İnkılabı veya birilerinin deyişiyle Harf Devrimi üzerinde düşünmek yasak mıdır?
Sadece doğrudur-yanlıştır, haklıdır-haksızdır, faydalı-zararlı çatışmasını körüklemek için söylemiyorum, tarihimizde bunun kadar zihin fakültelerimizi alt üst eden bir başka radikal hadise göstermek kolay değildir ama ne yazık ki üzerinde ciddi olarak düşünülmemiştir. Ne 1928 yılında, ne de o günden bu yana…
Hükümet bir kanunla 1928 yılında zar zor yetiştirebildiğimiz yüzde 11-12 civarındaki okur-yazar kitlesinin bütün bildiklerini unutmalarını, ertesi gün yeni harfleri öğrenmeye başlamalarını emredecek, eski alfabeyi yasaklayacak, yasaklara uymayanları hapse attıracak ve sonunda Arap harflerini zorla unutturacaktı.
Düşünün, Niyazi-i Mısrî’nin mirası olan Bursa Mısrî dergâhı son postnişini Mehmed Şemseddin Efendi’nin, birkaç dil bilen, çok sayıda kitap yazmış ‘âlim’ bir zat iken 1928’in 1 Kasım’ında ‘zır cahil’ hale geldiğini, yaşını başını almış şeyhin ağarmış saçı ve sakalıyla Millet Mektepleri’ne devam edip okuma-yazma öğrendiğini, bir şehadetname yani diploma alarak okuma yazma bildiğini ispatlamak zorunda bırakıldığını ve benzer örneklerin binlerce, on binlerce kez sahnelendiğini biliyor muyuz?
Bu hiç de sanıldığı kadar kolay atlatılacak bir travma değildir ama Harf İnkılabı’nın üstünlüğüne dair öyle kesif bir tezahürat dalgası estirilmektedir ki, nefes almaya dahi fırsat bırakılmıyor. Oysa Harf İnkılabı’nın bu ülke insanları üzerinde meydana getirdiği travmanın 1928 ve sonrasındaki etkileri üzerinde nice sempozyum düzenlenmeli, sosyal psikolojiden tutun da felsefî analizlere kadar onlarca tez yaptırılabilmeliydi.
İşte Fransız filozof Jacques Derrida 1997 yılında Türkiye’ye geldiğinde hem akademik dünya hem de bu ülkenin okumuş yazmışları okkalı bir tokat yemiş gibi olmuştu. İlk defa bir akademisyen çıkıyor, hem de Boğaziçi Üniversitesi’nde Harf İnkılabını hakiki yerine oturtuyordu.
Derrida Fransa’daki yayıncısına bir mektup göndermiş ve Harf İnkılabı’ndaki dehşetengiz travmaya dikkat çekmişti. Mektup nihayet 2006 yılında Yapı Kredi Yayınları’nın çıkardığı Cogito dergisinde neşredildi. Analizi hür bir kafadan çıktığı için sarsıcı.
Travmatik darbe
Şöyle başlıyor sözlerine Derrida:
“Sadece onu, harfi (letter) düşünüyorum. Bu durumda, Türklerin harflerini, Türk tarihini derinden etkileyen harf devrimini (transliteration), kaybolmuş harflerini, şiddetle değiştirmeye zorlandıkları alfabelerini düşünüyorum.”
Filozof düşünüyor bizim yerimize. Harf inkılabımızı düşünüyor. Şiddetle değiştirmeye zorlandığımız Elifbe’yi. Ve konuşuyor şifrelerle:
“Kısa bir zaman önce, senin de tanıdığın o yetenekli kahraman komutan K. A.’nın, “modern zamanlar”ın bu cüretkar, sarih, fakat zalim kurtarıcısının, halkın modernliğin eşiğine taşıyan emirleriyle oldu bu. “En route”, ileri, büyük yolculuğa devam! İleri marş! Nasıl da travmatik!”
Derrida burada aniden Fransa’ya dönüyor yüzünü ve şu muhakemeyi yürütüyor:
“Bizde böyle bir şey olduğunu düşün: Cumhurbaşkanı yarından itibaren yeni bir yazı sistemi kullanmamız gerektiğine karar versin. Üstelik dil değiştirmeksizin! Ve dünün harflerine dönüş kesinlikle yasaklanacak! Bu “coup de la lettre” (harf darbesi), bu şans veya bu darbe belki de her olayda bize vuruyor: Kişinin sadece soyunması değil, gitmesi, çıplak halde tekrar yola koyulması, beden değiştirmesi; işaretlerin, her tezahürün vücudunu değiştirmesi gerekir ve bunu yaparken aynı kalmış, yani kendi dilinin hala efendisiymiş gibi davranmak zorundadır.”
Derrida’ya göre Türkiye’de yapılan “Harf Darbesi”nin sonucu, sadece kişiyi soymakla kalmayıp çırılçıplak tekrar yola revan olması, vücut değiştirmesi, her türlü işaret ve dışa yansımanın da vücudunu değiştirmesidir. Soyulmuş, çırılçıplak kalmış olan Türkiye aydını, demek istiyor, Derrida, bu çıplaklığını hissetmeden; çevresindeki her şeyin de varlığını, vücudunu değiştirdiğini, çırılçıplak kaldığını kabul ederek yoluna devam edecektir. Üstelik bütün bu yoksunlaşmaya, çıplaklaşmaya, soyulmaya rağmen hala kendisini ‘dilinin efendisi’ kabul edecektir! Türkçeye hakim olduğu yanılsamasıyla beraber yaşayacaktır! Ne çetin bir görev üstlenmiş halkımız meğer!
Zihnimizi burkmaya devam eder filozof:
“Özellikle de kamusal alanlarda ‘modernleştirici’ K. A. dimdik yükseliyor. (Heykellerinde) Hep ayakta dururken temsil ediliyor bildiğin gibi, ama Türklerin, hatta onu kült haline getirenlerin bile, onu sevdiğinden çok emin değilim. Yazıyla ilgili bu hikâye yüzünden ondan hala nefret etmiyorlar mı? (Görebildiğim en derin yara bu, öyle ya da böyle herkesin kaderine mühürlenmiş bir kötülük figürü.) Kanımca, Türkler ona saygı duyarken, onu anıp yaşatırken bir yandan da beddua ediyorlar. Üstelik sadece Müslümanlar da değil!”
Harf katliamı…
Sanıldığından daha derin noktalara dokunmuş Jacques Derrida ama çok daha cesurca sözler sarf etmekten de çekindiği yok. Susup sözü kendisine bırakmak en iyisi:
“Türkiye’de bir harf katliamı olduğunu tahayyül ettiğim, geri dönüşü olmayan bir yolculuk olduğunu düşündüğüm şeyi üstlenmeye ve yanıma almaya, sanki içindeymiş gibi onu kavramaya ve yeniden yaşamaya çalışıyorum.”
Kavram üretmekte mahir filozofumuzdan son iktibasımız şöyle:
“Buraya ayak bastığımdan beri saplantılı bir halde, yeni yazı şeklini halka dayatma kararı aldığında yakışıklı Kemal Atatürk’ün aklından neler geçtiğini düşünüyorum: “Tamamdır, herkes iş başına, her şey halledildi, artık yeni bir alfabemiz var! Yeni harflerimizle yola koyulabiliriz!” Modern kültüre geçiş bahanesiyle insanlar bir günde, yüzyılların hafızasını okuyamaz hale geldiler, cahil kılındılar. İşte bu, kişinin ülkesini kim bilir hangi serüven arayışına terk etmesinin korkunç yolu, bunu yapmanın en canavarca ama belki de tek yolu, bellek (hafıza) yitimidir!”
Cemil Meriç bir gecede kütüphanelerimiz tuğla yığınına döndürüldü, derken burun kıvıranlar kulaklarını açıp Jacques Derrida’nın aşağıdaki sözlerini iyi dinlesin:
“Üstelik kırbaç zoruyla ve çağın diktatörlüğü altında, keyfi gibi görünen bir disiplinin baskısı altında, yine de yaptıkları için dünyadaki en iyi gerekçeleri her zaman sıralayabilen bir baskı altında. Bir şeyin olması için dönüşü olmayan bir çıkışın (sortie) gerçekleşmesi için zorunlu ve kötücül bir koşul, bir makineleşme değil mi bu? Kim bilir?”
Tabii Boğaziçi Üniversitesi hocalarının tam da 28 Şubat’ın dağdağalı günlerinde bu sarsıcı tespitleri peş peşe sıralayan Fransız filozofunun sözlerini kamuoyundan nasıl saklayacaklarını bilemediklerini ancak 9 yıl sonra yayınlanmaya cesaret edişlerinden anlayabilirsiniz. Yine de Derrida’yı Türkiye’ye davet eden Yapı Kredi Yayınları’nın ancak devran değiştikten sonra bu yazıyı yayınlamaya cesaret etmiş olması da epey ilginçtir.