Osmanlı’nın gerçek yüzü

YAYINLAMA: | GÜNCELLEME:

Osmanlı tarihinin eni boyu, eti kemiği, boyu posu daha yeni yeni ufukta gözüküyor aslında. William Dalrymple adlı İskoç tarihçinin dediği gibi Osmanlı tarihi yeryüzünde “son keşfedilen kıta” olarak gülümsüyor araştırmacıların yorgun kalemlerine. Bezgin idrakimize bu iri kıyım cüsseyi sığdırmak hiç de kolay olmuyor bu yüzden.

Osmanlı’nın zihinlerimize yapışmış ezgin büzgün halini görüyor ve teşhir etmek istiyoruz ısrarla. Bir balonun sönmüş halini esas alıyor ve şişkin halinin olsa olsa bunun gibi bir şey olduğunu düşünmeye çalışıyoruz. Bu balonu yeniden şişirmek tarihen mümkün olmadığına göre, onun bu büzgün halinde, üzerindeki kırışıklıklardan, izlerden, çizgilerden bazı karineler çıkarmak ve “Kim bilir eskiden nasıl bir şeydi?” diye imal-i fikir eylemek zorunda kalıyoruz.

Lakin ne yaparsak yapalım, balonun içindeki “hava”nın, yani onun ruhunun tam olarak ne kadar diriltici bir iksir ihtiva ettiğini anlayamıyoruz. Alman şairi Rilke’nin dediği gibi, tarihçilerimiz sokakta düşmüş, can çekişen adamı değil, onun etrafına toplanıp tantana edenleri anlatmaya devam ediyor.

Halbuki bizim artık bu yanılsamadan kurtulup tam da o adamı, yani onun nefes alıp verişlerini, yürek çarpıntılarını, mırıldanışlarını, en önemlisi vasiyetini avlamamız gerekmez mi ak sayfaların üzerinde?

Tıpkı İbn Haldun’u -Ümit Hassan’ın nefis tespitini paylaşalım burada- Montesquieu’nün, Marx’ın, Durkkheim’ın, sosyolojinin, şunun bunun müjdecisi sayarak yücelttiklerini sananların aslında ikinciler olmasa Mağripli Üstad’ın labirentlerinde işsiz güçsüz bir şekilde tarihin kaybolacağını düşündükleri gibi. 

Soru şudur: İyi de kendisinden 500 yıl sonra yaşamış olan Karl Marx’tan İbn Haldun’a ne?

Lakin bu travmalar yeni değil. Biz, en azından modern tarihçiliğimizin başlangıcından itibaren kendimizi böylesi bir çarpıklık çağlayanının kollarına teslim etmiş bulunuyoruz. Burada bir çifte travmadan, duble bir kültürel şoktan söz etmek gerekiyor ki bunlar ikinci Meşrutiyet devrinde ve Cumhuriyet dönemin başlarında yaşadığımız travmalardır.

Meşrutiyetin ikinci kez ilan edildiği 1908 yılı birinci travmadır ve tetiklediği Jakoben hava tarihe bakışımızı büyük çapta etkileyecektir. Mesela kitaplarımızda geçtiği şekliyle “Genç Osman” figürünü bu travmaya borçluyuz. Tarih ve roman yazarı Mizancı Murad’ın Jön Türkler’i kastederek “Genç Türkler” için imal ve icat ettiği “Genç Osman”ın tarihte yaşamış olan Sultan II. Osman Han’la tanışıp tanışmadıkları ciddi olarak cevaplanması gereken bir sorudur.

Velhasıl Genç Türklere tarihte beyaz bir sayfa açacak, vaktiyle Osmanlı’yı ıslaha teşebbüs etmiş bir “ata” lazımdı. Aranan kan, talihsiz ve mağdur padişah II. Osman’da bulundu. Diğer özellikleri unutuldu, sadece bu yönü yani ‘genç’liği vurgulanır oldu. Oysa padişahın kendi çağdaşları bile bu noktada farklı düşünüyordu. Hatta bir kısım tarihçiler padişahın yeniçerilerin ona yaptığı hakaretleri hak ettiğini bile söyleyebiliyordu.

Ne var ki sonradan bu “Sultan II. Osman” portresinin yüzüne tiner dökülerek yepisyeni bir tablo yapıldı ve bugün biz artık tiner dökülmeden önceki görüntünün nasıl bir şey olduğunu özel bir gayret sarf etmeden öğrenemeyecek durumdayız.

 

Osmanlı bilincindeki kırılma

Aynı şekilde Cumhuriyet’in 1930’lara damgasını vuran “kültür devrimi” de Osmanlı tarihini bir kere daha alt üst edecek, Osmanlı, evinden çıkarılıp gurbete yollanacaktı. Hatta yurt dışına sürülenlerin sadece hanedan mensupları olmadığını, 1931 yılında Bulgaristan’a balyalarla arşiv satma olayında gördüğümüz gibi fiziken ve daha da fecisi, zihnen Osmanlılık bu topraklardan sürgün edilmeye kalkıldı. Amaç, bir daha bu topraklarda Osmanlı gibi bir oluşumun meydana gelmesini engellemekti.

Ev, boş kaldı bir süre. Sahipsizdi, ıssızdı, tekinsizdi. Hatta onu savunmak bayağı cesaret istiyordu. Nitekim devrinde Ahmed Midhat Efendi’nin Üss-i İnkılâb’ı gibi birkaç eser istisna edilirse Sultan 2. Abdülhamid 1940’lara kadar Ermeni propagandasına kapılan aydınlarımız için “Kızıl Sultan” değil miydi? Yakınlarda ölen Hıfzı Topuz gibi aydınımsılar ona “Kanlı Sultan” demeye bayılmıyor muydu?

Türkçü Nihal Atsız’ın 1942 tarihli cesaret isteyen “Gök Sultan Abdülhamid” yazıları bu bakımdan kutlu bir kapıyı açmıştır, diyebiliriz. Ahmet Refik gibi, nesi var nesi yoksa Osmanlı devrinde kazanmış, hatta geçimini Osmanlı tarihini popülerleştirerek ve halka okutturarak temin etmiş biri bile 1929 yılında, harf inkılâbından sonra eski yazının okunması zor olduğu için geri kaldığımız mavalına sığınmak zorunda kalmıştı. Yeni rejime tam biat etmezse aç kalacağını anlamıştı çünkü.

Osmanlı bilincindeki ilk kırılmanın 1908’i takip eden günlerde başladığını, bu bilincin 1914–18 arasında -Çanakkale ve Kutul Amare zaferleri istisna edilirse- yara aldığını, 1920’lerde yere serildiğini, 1930’larda ise o yokmuş gibi yapıldığını, yani redd-i miras edildiğini düşünüyorum. 

Bu dönemlendirme doğruysa şayet, 1940’ların ortalarından itibaren, o zamana kadar hafızamızın arka ve karanlık bölgelerine kilitlemeye, hapsetmeye, şuurualtına itelemeye yeltendiğimiz Osmanlı bilgisinin, üzerine serilen örtülerin altından yeniden filiz vermeye; 1950’lerle birlikte kendini göstermeye başladığını, 1960’lar itibariyle bugün anladığımız manada özlenmeye değer bir ideal olarak Osmanlı imajının muhafazakâr aydınlar eliyle yeniden sahiplenildiğini söylemek mümkündür.

Özetlersek, bugün zihnimizde yeşermiş bulunan Osmanlı tasavvurunu, imajını ve idealizasyonunu 1950’lerden eskiye pek götüremiyoruz. 

Bir başka deyişle 1940’larda yaşayan birine Osmanlı’yı bugün bildiğimiz şekilde anlatamazdınız. Bu, düpedüz cesaret isterdi. Neden? Çünkü içeriden eleştiriliyordu bozguna uğramış evlatlarınca; bir. İkincisi de geri kalışımızın faturası ha bire ona kesiliyordu. Bizi geri bıraktıran ‘hain’ oydu. 

Osmanlı ‘öteki’ olarak kurgulanmıştı bir kere. “Biz” olmayan ne varsa ona aitti. “Biz” doğruyu, iyiyi, gelişmişi, moderni, dinamik olanı temsil ediyorduk; Osmanlı ise yanlış, kötü, ilkel, geleneksel olanı ve atalet ile zilleti taşıyordu boynunda bir keşkül-i fukara gibi. O keşkülün içine iğrendiğimiz ne varsa boşaltıyor, hakaretlerimizi bir derviş sabrıyla sinesine çeken bu adama kestiğimiz her faturanın bizi biraz daha özgürleştireceğini düşünüyor, böylece Batı karşısındaki utancımızdan uzaklaşabileceğimizi sanıyorduk. Kendimizden utanıyorduk çünkü. 

Fransız oryantalisti Jacques Berque’nin dediği gibi, Batı kamuoyuna sakalımızı kesersek, matruş görünerek öpmeye değer bulacağı temiz bir yüz uzatırsak. Kendimizi beğendirmeyi başarırsak meselenin hallolacağı tesellisiyle avunuyorduk.

 

Maskeler ve yüzler

Oysa Üstad Necip Fazıl’ın o güzelim şiirinde dediği gibi:

Acaba tütsü yaksam

Görünür mü yüzünüz?

Acaba tütsü yaksam

 

Siz benim yüzümsünüz

Eğilip suya baksam,

Görünür mü yüzünüz?

Osmanlı bize hakiki bir “yüz” sunmuştu. Son yüzyılımız yüzümüzü maskeyle değiştirmeye kalkışmamızın tarihidir aslında. Hangi yüzlere hangi maskelerin geçirildiğinin, kimin maskeyle, kimin maskesiz dolaştığının belli olmadığı maskeli bir tarihtir okuduğumuz.

Ben bu yüzleri yerli yerine oturtmaya, maskeleri indirmeye ve yüzümüzü tekrar hatırlamaya, hatırlatmaya çalışıyorum. Yüzümüze vurulan zincirleri kırmak ve Batı’nın ve Kemalizmin tutsağı değil, özgür olduğumuzu haykırmak istiyorum. Tarihimizin sırtına vurduğumuz her zincir aslında kendi şahsiyetimize indirilmiş bir darbedir de ondan.

Aşağılık kompleksine düşmemizin en bariz sebeplerinden biri kendi ellerimizle kendimizi zincire vurmuş olmamızdır. Kendi beynimizi sömürgecilerin eline teslim ettiğimizi, kalemizin içinde lağım patlatmaya benzese de, ihbar etmek istiyorum sinirleri alınmış gövdemize.