BİR YİTİK HAZİNE: TÜRKÇE
Yazar Adı: Nihad Sami Banarlı
Kitap Adı: Türkçenin Sırları (Kubbealtı İktisâdi İşletmesi, 56.baskı, İstanbul, Kasım 2018, s.s.317)
Müellifini, talebesi Süleyman Uludağ’dan dinliyorum: “Nihad Sami Banarlı dersimize girdiğinde sınıf dolup taşardı” diyor.
Kitabı okuyunca anlıyorsunuz sebebini. Ekseriyeti akademik konferanslardan oluşan her bir bölümü o tahayyülle okudum, onun dersinde onu dinliyormuşçasına.
Kitabımız; Türkçeyi, Türkçenin güzelliğini, kapağının adıyla “sırlarını” mevzu alıyor.
“Dilin sırrı olur mu?” dediğinizi duyar gibiyim; evet imparatorluğun bütün sırlarını taşıyor hem de.
Dil özelinde Osmanlı’dan Türkiye’ye yani imparatorluktan devlete nasıl dönüştüğümüzü ve şimdiki halimizi fark ediyoruz her bir satırda.
“Bana dilini göster sana kim olduğunu söyleyeyim” diyor kitap âdeta.
Yitik hazinemizi, onun büyüklüğünü anlamamız için evvela yitiğimizi yani dilimizi tanıyalım mı?
Dil eşittir medeniyet.
Dil vatan toprağı; Kars gibi Ardahan gibi verilemeyecek kelimeler vardı, zorla koparılıp atıldı gözyaşlarına bakılmaksızın hem de.
Bu topraklarda, millî estetikle işlenmiş Türkçemiz varmış bir zamanlar…
Türkçe de tıpkı Türk milleti gibi, tarihin son dokuz asrında, üç kıta üzerinde lisânî bir imparatorluk kurmuş ve bir “imparatorluk dili” halinde işlenmiştir. Bu bakımdan dilimiz, hüküm sürdüğü toprakların neresinde “güzel bir ses” bulmuşsa onu kendi bünyesine almakta büyük kabiliyet göstermiştir.
Bir milletin ataları, asırlarca o kelimelerle duymuş, onlarla düşünmüş, birbirlerini ve evlatlarını o kelimelerle sevmiş; bu kelimeleri tamamiyle milli bir sanatla işleyip güzelleştirmiş ve kendi milli musikisiyle seslendirmişse evlatlar, artık o kelimelere düşman kesilemezler!
Türkçe imparatorluk dilidir.
Türkler, fethettikleri ülkelerden vergi alır, baç alır gibi “kelimeler” de almışlardır.
Her dil imparatorluk dili olamaz. Çünkü her millet imparatorluk kuramaz!
Bu kelimeler atalarımız tarafından fethedilmiş ve vatan yapılmış topraklar gibi fethedilmiştir. Atalarımızın bize miras bıraktığı en güzel iki şeyden biri bugünkü Türk vatanı ise, ikincisi Türkçedir.
Bir milleti, ebediyen ayakta tutabilecek kudretteki şiirler milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur.
“Artarak gönlümün aydınlığı her sâniyede,
Bir mehâbetli sabâh oldu Süleymaniye’de.
Kendi Gökkubemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi,
Yer yer aksettiriyor mâvileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her an aradan.”
Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde gördüğümüz gibi bir milletin dili işte böyle şiirleri söyleyecek ulviliğe yükselmiştir. Süleymaniye Camii’ni inşa eden ruh tam burada şiire geçmiştir. Osmanlı diliyle, mûsikîsiyle, mimarisiyle, ananesiyle bir bütündü.
Tabiatın ritmiyle uyumlu bir dil.
Kainatı okumakla işe başlamışlardı; bahar, onlara Türkçeyi hatırlatır; kelimeler, önlerinde birer bahar gülü güzelliğiyle renklenir; Türkçenin incelikleriyle söylenmiş her söz, her şiir onlar işin birer “gül demeti”dir. Ben de size Banarlı’nın bu enfes kitabından derlediğim, gül demetini sunuyorum, iyice içinize çekiniz bu eşsiz demetin rayihasını olur mu?
İnsanlar vardır ki dünyaları, hep “kelimelerle” örülmüştür. Onlar, kelimelerle duyar, kelimelerle düşünür, kelimeleri birer mücevher dizisi gibi her kıymetin üstünde hissederler.
“Ben de onlardan biriyim” der yazar.
Kelimelerin izdivâcı olur mu?
Evet; nasıl ki resim sanatında mavi ile sarının birleşmesiyle yeşilin bir aile rengi olarak doğması gibi bu izdivaçtan da “nur topu” kadar güzel kelimeler, renkli ve ışıklı yeni terkipler doğmuştur. Kelimelerin izdivâcı, yâni iki küçük kelimeyle yapılan yeni ve yepyeni mânâlar; “Hanımeli, kasımpatı, kartopu” gibi adlar bu izdivaçtan doğan çiçek adlarıdır.
Şiir gibi değil mi satırlar?
Tabiatın rengini alan kelimeler.
“Milletler renk nüanslarını bildikleri ölçüde medenîdirler.”
Gece mâvisi, su yeşili, ayva sarısı, nar kırmızısı…
35 yaş şiirinin:
“Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar”
Mısraı tereddütsüz, halk zevkinden seçilmiş renkle boyandığı için hâfızalarda kalmıştır.
Müellif, kelimelerin izdivâcından raks eden, mûsikî katan, resim çizen dile götürür bizi ahenkle…
Şiir, kelimelerle yapılan bir mûsikîdir.
Kelimelerle mûsikî yapıldığı gibi kelimelerle resim de yapılır. Yahyâ Kemal’in Açık Deniz’inde, köpükten dişleriyle, mağara oyukları veya ejder ağızları gibi açılmış korkunç, siyah dalgalar sıralanır.
Bu kelimelerden tablo karşısında dilimizin tutulmaması mümkün mü?
Biz, “güzellikten” ve her türlü “güzel”den çok iyi anlayan bir millettik. Yalnız Türkiye topraklarında, Selçuklu ve Osmanlı asırlarında inşa ettiğimiz türlü sanat eserleri, “mîmarîler, tezhipler”, onlar gibi sağlam onlar kadar süslü “edebî eserler, hat ve mûsikî sanatları” her şey, bunun şâhidi ve isbâtıdır.
Abdülhamid’in Türkçeciliği.
Sultan II. Abdülhamid’in Türk tarihinde ilk defa halk dilinde yaşayan Türkçe kelimelerin resmi kanallar vasıtasıyla toplanması ve Türkçede artık kullanılmayan Arap ve Fars kelimelerin mekteplerde okutulmaması talimatını verdiğini yazıyor Banarlı; bu bahiste biraz şaşırdım doğrusu.
Büyük ses uyumunu ise uzunca eleştiriyor; bu kaide üzerinde ısrar etmek, Türk çocuklarının dil zevkini, dil gururunu incitmektedir ona göre. Çocuklar bu donmuş kaide söylenince ister istemez soracaktır.
“Peki bizim dilimizdeki insan, minâre, câmi, kulübe, fezâ, Üsküdar, Kütahya ve daha sayılamayacak kadar çok kelime ve isim neden bu kuralın hâricindedir.
O zaman, Türk dil yıkıcıları, taşı gediğine koyacak ve körpe dimağlara o acı zehri akıtacaktır:
“Çünkü bu kelimeler ve adlar Türkçe değildir!”
“Büyük ses uyumu” dedikleri kaide büyük bir silahtır. Dilciler bir zamanlar Atatürk’e bile Kemal adını “Kamal” yaptırmışlardır.
“Osmanlıca” tabirine de karşı yazarımız; “Osmanlı devri Türkçesi” veya “Osmanlı Türkçesi” tanımlarını bir nebze kabul etse de “Osmanlıca” diye, Türkçeden ayrı bir dil düşünmeyi tamamiyle yanlış buluyor.
Öz dil, öz Türkçe ne manaya gelir?
Orwell, 1984 adlı romanında, milletleri “dil yıkımı”yla çökertip birtakım “sürüler” hâline koymak isteyenlerin hedeflerini ve hikâyesini yazmıştır.
İmparatorluğumuzun yıkılışını bize, kendi öz vatanımıza ve milletimize dönüş diye tanıtan ve yalnız Anadolu topraklarına sığınmamızı bir zafer gibi gösteren zihniyetin tesiri vardır. Bu “öz dil” gibi acayip bir “öz vatan” anlayışıydı. İyi ama “Edirne” öz vatandı da “Selânik” ve “Üsküp” neden değildi?
“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır
Evlâd-ı fâtihâne onun yâdigarıdır”
diyen şair yanlış mı söylüyordu?
Kars Ardahan vatandı da Kerkük neden değildi?
Bugün hâlâ yüzde doksanı Türk olan 300.000 nüfuslu bu şehir, Lozan onu hudutlarımızın dışında bıraktı diye artık vatan sayılmayacak mıydı?
Türk milletini içinden yıkmak isteyenler onun önce dilini ve arkasından dilini devirmek yolundadırlar. Onun târihteki en büyük zaferlerini, bu iki asil kaynağa bağlı oluşla kazandığını da onlar, çok iyi bilirler.
Yıkmak isteyenlerin asıl sebebi, esâsen budur.
“Orta Asya Türkçesi”nin başına gelenleri elbette biliyoruz; fakat “Türkiye Türkçesi”, senin kaderin böyle mi olmalıydı?
1932’de başlayan dil inkılabı, dünya hakimiyetimizi kelimelerde bile unutturmaya kalkmak asla milliyetçilik değildir.Bilakis milliyetçiliği öldürmek için îcâd edilmiş çok kurnaz bir yıkıcılıktır.
O devrin iki büyük paşasının vaziyeti Atatürk’e şikayet ederek: “Paşam! Paşam konuşamaz olduk!” diye seslenmeleri, devrin manzarasını en iyi aşikâr eden hadisedir.
Türk dilinin şaşırtıcı sırlarına vakıf olmak ve nasıl büyük bir hazineyi kaybettiğimizi öğrenmek isteyenler bu kitaba geç kalmayınız sakın.