Yavuz Bülent Bakiler

İlk vefat yazımı bundan 38 yıl önce üstad Cemil Meriç hakkında yazmıştım. Son olsun diyeceğim ama nafile, bu defa Pazar günü hayata gözlerini yuman değerli şair ve yazar Yavuz Bülent Bakiler’in ardından yazıyorum. Arada ahirete göçen üstad ve ağabeylerime Allah’tan rahmet diliyor, nur içinde yatsınlar dileğinde bulunuyorum.
Kimler geldi, kimler geçti arada: Cahit Zarifoğlu’ndan Rasim Özdenören’e, Nuri Pakdil’den Sezai Karakoç’a, Mehmet Niyazi’den Kadir Mısıroğlu’na, Halil İnalcık’tan Semavi Eyice’ye, Turgut Cansever’den Teoman Duralı’ya, Mehmet Şevket Eygi’den Yavuz Bahadıroğlu’na nice nadir değerimizi birer hatıra ve hafıza sandığıyla beraber toprağa verdik. Sadece eserleriyle değil, insan olarak hatıralarıyla da üzerimizde derin bir iz bırakan insanlardı bunlar.
Aynı kişiler bu ülkede en ağır iş olan düşünmeyi, araştırmayı, ilmi, şiiri, kalemi omuzlamış yiğitlerdi. Hepsi kendine mahsus birer dünya kurdu ve o bin bir emekle vücuda getirdikleri dünyayı olgun bir yemiş gibi bize takdim edip aramızdan ayrıldılar.
Geriye gözyaşlarının yangınından artan hatıralar kaldı; silikleşen fotoğraflar, şimşek gibi parlayan espriler, çarpıcı fikirler, altın suyuna batırılmış bilgiler kaldı. Kıymetini bilebilsek teselli olurduk ama bu ülkede vefat çoktur da aynı kökten gelen vefa İstanbul’da bir semt isminde kalmıştır.
Söze girmek için ne kadar zorlandığımı görüyorsunuz. Evet, Yavuz Bülent ağabey Hakka yürüdü. Biraz sonra cenaze namazını kılmak üzere Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’ne revan olacağım. Hüsn-i şehadetimi tam bir itminan ile beyan edeceğim:
- İyi bilirdik!
Yavuz abi yalnız insan olarak iyi değil, fikren de iyi biriydi. Celadet dediğimiz ve neredeyse nesli tükenmek üzere olan bir meziyetin sahibiydi. Davasını beyninin son hücresine kadar müdafaa için celadet gösterirdi. Mesele dinine, imanına, milletine, devletine dayandı mı, orada tutamazdınız Yavuz abiyi. Bütün silahlarını ard arda boşaltırdı hasmına. Böyle bir hatırasını anlatmıştı Almanya’da yaşadığı.
Bir konferansı sırasında Ermenilere soykırım uyguladınız diye suçlamaya kalkan bir Alman papaza aynı şey sizin başınıza gelse, siz cephelerde düşmanla savaşırken içinizde bir etnik yapı size savaş açsa, çetecilik yapsa, savaştığınız bir ülkenin tarafını tutarak sizinle mücadele etse siz ne yapardınız? diye çıkışmış. Biz Ermenileri savaş sırasında tehcir ettik, sizin böyle bir durumda kararınız ne olurdu? Diye sorunca Papaz dayanamayıp ‘Bırakın tehcir etmeyi, tamamını imha ederdik’ diye cevap vermiş.
Hakikaten tartışmayı, cedelleşmeyi severdi ama beşeri meselelerde değil, millî ve dinî meselelerde. Tabii burada hakkında müstakil bir kitap kaleme aldığı Osman Yüksel Serdengeçti’nin etkisinden söz etmeden geçemeyiz. 27 Haziran 2019 tarihinde Akittv’de katıldığı Kayıtdışı Tarih programından önce Serdengeçti Geldi Geçti adlı kitabını fakire şöyle imzalamış:
“Muhterem kardeşim Mustafa Armağan’a yeniden küçük bir armağan: Osman Yüksel yüreğiyle, sevgiyle.”
Yazılar, kitaplar, konferanslar
Yavuz Bülent ağabey çok yazan, iyi yazan ve rahat yazan biriydi. Dört şiir kitabı vardı ve bunlardan Harman’ın 130 bin satılmasını şiirin ölmediğinin bir delili olarak görüyordu. Herkesin anlayacağı berraklık ve herkesin kalbinde bir teli titreten kudrette şiirlerdi bunlar. Benim çok sevdiğim ve kendi yazdığı “Yeniden fethetmek Anadolu’yu!” ve “Sivas’ta eski Türk evleri” şiirleri yanında “Vurun Antepliler namus günüdür” diye başlayan “Antepli Şahin” şiiri unutulmazları arasında yer almıştır.
Fakat asıl nesirleri önemlidir; deneme, gezi yazısı ve köşe yazıları ile on yıllar boyu birkaç nesli etkilemiştir ve bundan sonra da okunmaya devam edecektir. Tabii Üsküp’ten Kosova’ya adlı kitabının bende ayrı bir hatırası vardır.
Çok gençtim, 17-18 yaşlarımda okuma serüvenimin vitesini yükseltmeye çalışıyordum. Şair Mehmet Çınarlı’nın çıkardığı Hisar dergisini alıyordum her ay. Orada Cemil Meriç’in yazıları haricinde Yavuz Bülent Bakiler’in de “Üsküp’ten Kosova’ya” başlıklı tefrikasını da merakla okuyordum. Fakat o ne celalli üsluptu öyle; o sel gibi akıcı ifade kudreti büyülemişti fakiri. (Zira üslup benim için her şeydir. Cemil Meriç’in peşine de şimşekli üslubundan dolayı takılmamış mıydım zaten?)
Orada kendisini küçümseyen solcu şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı yaman bir dille haşlaması yüreğimi soğutmuştu açıkçası. İşte oradan takıldım oltasına merhumun. Hala fırsat buldum mu okurum kitaplarını. Size de tavsiye ederim. Mutlaka birini okuyun.
Tabii Sözün Doğrusu kitaplarını da okumalısınız Türkçenin doğru bilinmesi ve hatalarınızın düzeltilmesi için. Bu uğurda çok emek verdi. Televizyon programlarından tutun yazı ve kitapları ve dahi o olmazsa olmaz konferansları ile Anadolu sathını olduğu kadar Almanya başta olmak üzere yurt dışını arşınladı. Ülkede konuşmadığı konferans salonu kalmamıştır diyebilirim. Saatlerce ayakta hiç aksamadan konuşması ve hiç temposunu düşürmeden salona hakimiyeti hakikaten görülmeye değerdi.
Kendisiyle benim hatırladığım kadarıyla dört televizyon programı yaptık. İkisi TVNet’te, ikisi de AkitTv’de. (Belki daha fazladır da ben bu kadarını hatırladım.) Türkçe üzerine yaptığımız da oldu, Lozan’dan Kalmayanlar üzerine de. Resmi tarihe en keskin eleştirilerde bulunur, sözünü asla sakınmazdı. Zaten bu yüzden Kemalistlerce sevilmezdi ama o bir hakikatcû yani hakikati konuşan adamdı. İyi okur, iyi anlar, sonra yazar veya konuşurdu. Kafası son derece netti, en ufak bir şüphesi yoktu davasından. Bu özelliğini talebesi ve dostu olduğu Osman Yüksel’den aldığı açıktır.
Yayın yönetmeni olduğum Derin Tarih dergisinde yazdı. Yayın toplantılarımıza katıldı, her yönüyle destek oldu. Son yazısı olduğunu tahmin ettiğim Demokrat Parti hakkındaki makalesini 2023 yılında çıkan Son Demokratlar adlı kitabım için istemiştim. Hiç ihmal etmezdi, yazılarını hemen gönderirdi ama bu yazıyı epey geç gönderebildi. Sebebi, metin elime geçince anlaşıldı. Zihnini toparlayamıyordu. Aynı sayfaları dönmüş, bir daha yazmıştı. Acaba? Ve o menhus şüphe bir telefon konuşmamızda ayan beyan hale geldi.
Konuşması bir nehir gibi akıyordu. Fakat iki üç defa durdu ve “Çok afedersiniz, Ben kiminle konuşuyordum” diye sordu. Telefon başında adeta deprem yaşadım. Aralarda anlattıkları eskisi gibiydi ama kesintiler başlamıştı. Sonrasında zaten iletişim kuramadık.
Alzheimer! Sözün bittiği yer.
Bir hatıra
Yıl 2010. Türkçe Ezan ve Menderes adlı kitabımın hazırlıkları sırasında kendisiyle bir röportaj yaptırmıştım. Ezan ve İstanbul’un fethinin 500. Yıldönümü kutlamalarına dair hatıralarını anlatmasını istemiştik. Türkçe Ezan hatıraları kitapta yerini aldı. Şimdi size o söyleşiden şimdiye kadar yayınlanmayan çarpıcı bir parçasını takdim ediyorum:
“Biz dünyanın en büyük imparatorluklarını kurmuş bir millete mensubuz. Bu bizim bir iftihar vesilemizdir. Bunu her zaman, her yerde çok büyük bir açıklıkla söyleriz. Osmanlı sadece kılıç kuvveti ile değil, kurmuş olduğu adalet sistemi ile de dünyanın en büyük devletlerinden biri olmuştur. Niye biz şimdi Osmanlıya menfi bir tavır takınalım? Cumhuriyet ne kadar bizimse Osmanlı da o kadar bizimdir. Başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Cumhuriyetimizi kuran paşaların hepsi Osmanlının yetiştirmiş olduğu paşalardır. Bir takım insanlar hem Osmanlının kurmuş olduğu sistemle ortaya çıktılar, devleti kurdular, hem de Osmanlının aleyhinde konuşmaya başladılar. Ben ne kadar Cumhuriyete taraftarsam aynı ölçüler içerisinde Osmanlıya taraftarım, Selçukluya taraftarım, Hun İmparatorluğuna taraftarım.”
Mekânın cennet olsun yiğit adam. Senin de bir ferdi olmak için çırpındığın bu yeniden Büyük Türkiye olma davasının bir meşalesi gibi gelecek nesillere ulaşması için çalışacağız dilimiz döndüğünce. Velhasıl bir kere daha anladık ki:
“Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş.”