Hac Yolunda Kutlu Bir Alay: SURRE
Sakın terk-i edebten, kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu,
Nazargâh-ı İlâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
Nâbî
“Bin yıl sürecek!” denilen 28 Şubat’ın üzerinden 10 yıl geçmiş ve üç çocuk annesi bir talebe olarak ben, mütemadiyen uykusuz gecelerimle, mesafeyi kapatmaya, final haftasını atlatmaya çalışıyorum...
Sabah 10.00’da Ünal Hoca’nın dersinden sınavım var; okula koşar adım ilerlerken yorgunluktan sendelediğimi hatırlıyorum. Amfi tıklım tıklım. Nihayet sıramdayım, soru kâğıdı geliyor önüme başlıyorum cevaplamaya. Lakin tanıdık bir soruya takılı kalıyorum. O kuş bir türlü hafızamın tellerine konamıyor, tam yaklaştı derken…Yok. Uçup gidiyor yakalayamıyorum. Biçare, uzatıyorum kâğıdımı ve kapıdan çıktığım an ardımdan sesleniyor hocam: “Aydanur! Surre..?”

İşte o nida ile gelen Surre kuşları, bir daha da terk etmiyor hafızamı; şimdi satırlarımı ta o güne borçlu olarak kaleme alıyorum.
Yaralıyım; çünkü Gazze, 7 Ekim 2023’ten bu yana müthiş bir katliama maruz kalırken biz Müslümanlar mahçup ve aciz bir şekilde içimiz yanarak seyrediyoruz sadece. Bu utançla kalemimin yüzü kızarırken Osmanlı geliyor aklıma birden; nasıl da itinayla titrerdi gözbebeği Kudüs, Şam, Mekke ve Medine’ye.
Bir tutam ümit ve bir kıvılcım olması niyazıyla o Nebevî iklimi temaşaya, Surre Alayı’na gidelim mi?
“Para kesesi” anlamına gelen Surre, Hac mevsiminde Mekke ve Medine’ye gönderilen armağanları ifade için kullanılırdı. Bu kıymetli hediyeleri götüren kervanın adına da “Surre Alayı” denilirdi.
Bu muazzam geleneği başlatan ilk sultan, Çelebi Mehmed diyenler olsa da ilk Surre kaydı Yıldırım Bayezid dönemine rastlar (devletin merkezi olan Edirne’den 80 bin altın olarak kayda geçmiştir).
Yavuz Sultan Selim devrine kadar bu adet, kutsal beldelere ihtiram ve aşkın ifadesi olarak sunulurken, Yavuz’un 1517 Mısır Seferi’yle kutsal beldelerin hizmetkârı anlamında “Hadimü’l-Haremeyni’ş- Şerifeyn” ünvanını almasıyla resmi hüviyet kazanır ve devletin yani Osmanlı’nın kutsal beldelerde şan ve otoritesini de temsil etmeye başlamıştır.
Surre, Osmanlı’nın hem manevi, hem içtimai hem mülki anlama sahip çok boyutlu bir yansıması olduğu için ona “Osmanlı’nın enmûzeci” de diyebiliriz.
Devlet-i Aliyye’nin titiz kayıt geleneği elbette Surre’yi de kapsamış; hangi tarihte, nereden nereye ve ne miktar gönderildiği, gittiği bölgede ondan kimlerin pay alacağı tek tek Surre Defterleri’ne kaydedilmiştir. Bu defterler hem Surre’nin tarihi seyrini hem o dönemin mali ve sosyal durumunu tebarüz etmesi bakımından oldukça kıymet ittihaz eder.
“Bizi yükselten dinimize duyduğumuz büyük aşktır” diyen ve bu düsturla ilk elektriği kendi sarayından önce Peygamber Efendimiz’in (sav) mescidine bağlatan Sultan II.Abdülhamid özelinde Osmanlı, Surre’yi gelenek haline getirmiş en zor dönemlerinde dahi onu ihmal etmemiştir.

Osmanlı Sultanları içinde en fazla Surre gönderen padişah Kanûnî Sultan Süleyman’dır.
Resmi adıyla Surre-i Hümayûn yani padişah tarafından gönderilen Surrelerde en mühim hadise Surre alayına düzenlenen törenlerdir. Şimdi gelin 1.Dünya Harbi’nde kutsal beldeler elimizden çıkıncaya kadar aksamadan devam eden o mutantan, görkemli törenlere hep birlikte gidelim.
Saray erkanı ve halk, büyük bir heyecanla bu törenlere teveccüh gösterirdi. Zira Mahmîl- i Şerif ( Surre’yi taşıyan tören arabası)’ e yalnız sultanlar değil, kadı efendiler, paşalar, vezirler, zengin kişiler kısaca Müminlerden her kim dilerse armağanlarını iletirdi. Bütün bu para ve hediyeler, Osmanlı İmparatorluğu’nun çeşitli yörelerinden gönderilmiş olup, İstanbul’da toplanır ve alaya teslim edilirdi. Bir yüzünde gönderenin öbür yüzünde de alacak olan kimsenin adresleri işlenmiş meşinden yapılı “feraşet çantaları” olurdu. Bu çantanın içine sahibi, gücüne göre bir miktar para koyar gönderir; dönüşte de yine aynı çanta ile zemzem, kına, hurma, akik yüzük gibi ufak tefek hediye alırdı. Bu hediyeleri götüren “ferâşet vekilleri”, İstanbul’da kalan ve çeşitli sebeplerle bizzat Hacca gidemeyen müminlerin namına Kabe’de hizmet eden bir takım fukara idi. Surre, Harameyn-i Şerife hizmet eden imamından kayyımına ve ferraşına kadar bütün görevlilere dağıtılırdı.
Topkapı Sarayı’nın Has Bahçesi’nde yahut Dolmabahçe Sarayı önünde başlayan Surre Alayı törenleri, Üsküdar yakasında tekrar edildikten sonra Kutsal yolculuğuna başlardı.
Tabii o zaman Osmanlı toprağı olan Hicaz için yola çıkılırdı.
Alayın güvenliğinden Surre emini (Mudanya’da meşhur Tahir Paşa da Surre eminidir) sorumlu tutulurdu. Bu görevli, Surre emanetlerini güvenle Mekke ve Medine’deki görevlilere teslim eder Hac farizasını da ifa ettikten sonra geri dönerdi.
Aylarca süren bu güzel ve çetin yolculuk 1908’de oldukça kısalmıştır. Neden mi?
Sultan II. Abdülhamid’in düşmanlarının kalbine korku salan, Hilafet sancağını tek başına dalgalandıran muazzam Hicaz demiryolu projesi sayesinde artık o zorlu kara yolculuğu trenle katedilmeye başlanmıştır.
Oldukça hassas ölçülerle Peygamberler yoluna döşenmiş raylarda, Nebevi iklimi soluyarak devam ederdi kutsal yolculuğuna Surre Alayı. Şöyle ki: Hz. İbrahim ve İsmail Şam’dan zemzem mucizesinin gerçekleştiği kutsal ve emin beldeye bu güzergâhı takip ederek gelmiş, yine aynı güzergâhtan Efendimiz’in amcası Ebu Talip’in kervanı ve Hz. Hatice’nin malları taşınmış, Peygamberimiz de henüz 12 yaşında amcasıyla birlikte Mekke’den yola çıkıp Şam’da bulunan Busra yöresine ticaret amacıyla bu yoldan defaatle geçmişlerdir.
Böylece Hicaz Demiryolu ile Surre Alayı güvenli, kısa ve meşakkatsiz yolda seyahat ederken o manevi izleri temaşa ile muazzam feyz ve heyecana gark olurdu.
Buradan törenlerle ayrılan kutsal alay orada da törenlerle ve coşkuyla karşılanmaktadır. Emanetleri teslim edip İstanbul’a dönünce orada yeniden törenle karşılanırdı.
Surre alayına emanet edilecek en önemli hediye kuşkusuz, Kâbe-i Muazzama’nın siyah ibrişimden dokunan örtüsü, Kisve-i Şerife’ydi. İstanbul’da dokunup altın ve gümüş tellerle işlenen örtü, bu kutlu alayla Mekke’ye ulaştırılır Arefe günü Beytullah’a örtülür eski örtü ise dönüşte İstanbul’a getirilirdi.
Tahmin etmekte zorlanacağınız bir emaneti daha yüklenirdi nazlı alay. Brauna Taut’ın muhteşem tespitiyle “konstrüksiyon ile sanatkârlığı, inşa ile güzelliği terkip eden Osmanlı mimarları”nın başı Sinan’ın, kalfalık eserim dediği Süleymaniye Camii’nin kandillerinden biriken isleri. Evet, yanlış duymadınız o isler billurdan şişelere konup mübarek beldeleri soluyarak kervanda salına salına, kara sevda renginde mürekkebe dönüşüp Osmanlı’yı yazacak kaleme, muhteşem hat levhalarına menba olurdu.
Bu mukaddes eşyaların yerine sağlam ulaşması, ağır iklim şartlarında yıpranmaması ve uzun yollarda muhafazasının temini için Mahmil-i Şerif adıyla çadır üretilmişti. Cami kubbelerinde olduğu gibi çadırın tepesine bir alem, köşelerine de altın yaldızlı toplar yerleştirilmişti. İçine Antep’de daha doğrusu Ayıntap’ta dayanıklı olsun diye manda derisinden imal edilen sandıklar konulur, sandıkların içinde ise Surre çantaları muhafaza edilirdi.
Evvela Topkapı Sarayı’ndan yola çıkan Surre Alayı, Yıldız Sarayı ve Dolmabahçe Sarayı inşa edilince oradan kalkmaya başladı. Sirkeci ve Beşiktaş’ın karşısına “Harem” denilmesi bundandı; Kabe’ye gitmek üzere ilk ayak basılan toprak orası olduğu için, Harem toprağı addedilmiş, hürmeten bu ismi almıştı.
Mahmil-i Şerif ve Surre Alayı’yla yola çıkan hacı adayları, Ayrılıkçeşme’ye kadar uğurlanıp oradan sefere başlardı.


Burada sizi Sultan Abdülhamid’in kerimesi Ayşe Osmanoğlu ve enfes satırlarıyla baş başa bırakıyorum;
“Mahmil-i Şerif’i tekbir ve ilahilerle saraya getirip, harem dairesinin bahçesine koyarlardı. Mahmil-i Şerif bütün sultanlar, kadınefendiler ve kalfalar tarafından ziyaret olunurdu. Her sultan ve her kadınefendiye hediye olarak sırmalı ustufalar (kumaş) verilirdi. Sarayın iki eski kalfası bu kumaşlarla Mahfil-i Şerif’i süslerdi.
Ertesi gün Surre Alayı tertip edilirdi. Saraydaki kadın ve sultanefendilerin Mekke-i Mükerreme’de birer dostu olur, ona deri torbalar içinde para ve hediye gönderirdi. Bunlar vasıtası ile birçok ricacılara da para yollanırdı. Bu torbalar iplerle bağlanır, “gelsin girsin selâmet” yazılı mühürlerle mühürlenir, mahfile teslim olunurdu.
Ertesi sene “müjdecibaşı geldi!” derler, dostlarımızdan bize hediyeler ve teşekkürler gelirdi. Çocukluğumda bu hediye torbalarının gelmesini büyük bir memnuniyet ve sevinçle karşılardım. Zira dostlarımız güzel tesbihler, akik yüzükler, güzel şişelerde kokulu yağlar, mercanlı yüzükler gönderirlerdi.
Ertesi gün Surre eminine mahfil ve emanetler teslim olunacağından Yıldız Yokuşu’nda alay yapılır, Efendimiz Mabeyin’e çıkar, paşalarla birlikte pencerelerden seyrederdi. Biz de arabalarımıza binerek bakardık. Kızlar Ağası dairesinde duran Mahmil-i Şerif büyük ve süslü bir devenin üzerine konur, kordonları o yıl Surre emini olan zata verilirdi. Alay, sarayın kapısının önünde dolaşarak Mabeyin’in önünden geçerdi. Alayın önünde hepsi de zenci olan ve hakkâm denilen adamlar davul çalar, kılıç ve kalkan oyunları oynarlar, cambazlık yaparak maharetlerini sergilerlerdi. Bu hakikaten pek hoş olurdu. Mahfil, Üsküdar’a geçince top atılırdı.”


Bu şerbetle dudaklarınız bir yudum olsun tatlandıysa devam edelim Osmanlı’nın sırlı dünyasından huzme sunmaya.
Surre alayı, ganimetle yüklü olduğu için bedevi eşkiyanın da iştahını kabartırdı. O nedenle “Urban Surresi” adıyla çölün güvenliğinden sorumlu bir nevi aşiret olan çöl Araplarına güvenliğin aksamaması için bahşiş göndermek de ihmal edilmezdi.
Surre alayı uğurlandıktan hemen sonra o daha aylar sürecek menziline ulaşmamışken İstanbul’da bu sefer yeni bir telaş başlardı. Gelecek yıl Mahmil-i Hümâyun ile Mekke-i Mükerreme çocuklarına gönderilecek kıyafetler için kumaşın en kalitelisi, ipliğin en hası seçilirdi. Mahir terzilere birbirinden güzel elbiseler diktirmek için valide sultanlar saray hanımları, paşalar ve beyler adeta yarış içerisine girerlerdi. Osmanlı kayıtlarına göre, her sene Haremeyn’deki çocuklara saraydan, yüksek kalite ve evsafta elbise gönderilmiştir.
Bu öylesine tarifsiz bir aşktı ki kutsal beldelerin tahassürüyle yanan sadrazamlar, Surre Alayı’nı ayakta karşılar, Hacc’dan dönen Mahmil-i Şerif’i taşıyan devenin sağ ayağının altını öperlerdi…
Titredik değil mi? Ne dersiniz yazımızın dîbâcesi, Nâbi’nin sarsıcı ikazı bizi de kendimize getirir mi?