Türkiye Kemalizme mi kayıyor?

Şişli'deki Etfal Hastahanesi Sultan 2. Abdülhamid'in modernleşme anlaşıyının aynası olarak okunabilir
Zaman zaman genel değerlendirmelere, muhasebelere ve bilanço çıkarma çabalarına ihtiyaç duyarız. Aşağıda yapmaya çalışacağım tahlil de bu çabalardan biri olarak kayda geçsin.“Türkiye” ismi üzerinde tartışmaya gerek yok. Arapça ”Türkiyye”den mi yoksa İtalyanca “Turchia”dan mı geldiğini bile tam olarak çözemediğimiz meselenin etimolojik köklerine inmekle, yani lafazanlık yapmakla vakit kaybetmek yerine bunu bir olgu olarak alıp asıl siyasî ve sosyal dinamikleri esas alan hem içeriden hem de mukayeseli bir tahlil yapmamız gerekir ki asıl ihtiyaç duyulan da odur.
Türkiye Kemalizme mi kayıyor?Soru bu günlerde çokça sorulmakta. Kafalarda istifham kümülüsleri. Nereye gidiyoruz?
Hayır, Kemalizme kaymıyor. Post-Kemalist bir dönemdeyiz, Kemalizmin aşıldığı bir dönemde yani.
İyi ama bu gördüklerimiz ne?
Soruyorsunuz haklı olarak. Kestirme cevabım şöyle:
Bir şeyin aşılması onun tamamen buharlaştığını göstermez. Mutlaka içerisinde tortularını, yumurtalarını, kalıntılarını bırakır.
Kemalizmin canlanması gibi gördüğümüz hadise gerçekte Mecelle’nin muhteşem ifadesiyle “zıyk” olanın “tevessü” etmesidir. Yani sıkışmış bir öz şeklindeydi, artık dağıldı. Parfümü sıktıktan bir süre sonra moleküllerin odanın her tarafına dağılmasına benzer bu. Dolayısıyla ilk sıkıldığı andaki kesafetini kaybedip havanın içine karışmış ve “gösteri çağı”na girilince her tarafta gösterilebilir bir kıvama bürünmüştür. Her tarafta yükseliş gibi gördüğünüz şey bir dağılmanın eseridir.
İyi de bu kadar soyut ifade edince bir meseleyi çözmüş olmuyorsun? Şunu her zaman yaptığınız gibi tarihî çerçevede açıkla da anlayalım diyorsanız ben hazırım. Buyurun:
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e
nasıl geldik?
Pankaj Mishra’nın Asya’nın Batıya İsyanı (Alfa, 2013) adlı ilginç kitabını okurken şu fikirler üşüştü zihnime:
Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşmesi arasındaki temel fark neydi?
Tanzimat’la başladığı kabul edilen Osmanlı modernleşmesinde bir alış-veriş sözkonusuydu. Avrupa’dan alınacaklar vardı, bir de kendi hüviyetimiz. Tanzimat’ın ilk neslinin sözcüleri olan Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi esasında İslamcı ve Osmanlıcıydı. Ama Avrupa’dan bilim, sanayi, teknik ve felsefe sahalarında iktibas edilecekler yanında Batı’nın uzak durulacak tarafları da vardı. Nitekim Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın çıkardığı Hürriyet gazetesinin koleksiyonu incelendiğinde Avrupalı ‘mösyö’lere nasıl sertçe çıkışıldığı görülür.
Bu aşağı yukarı Tanzimat’ı tanzim eden Sultan 2. Abdülhamid döneminde devlet kontrolünde yürüyen modernleşme sürecinde de böyle ilerledi. Bir Batı vardı, bir de biz. Zihnimizde ikiye bölmüştük dünyayı. Batı bizi istemiyordu ama biz de Batı’yı her bakımdan değil, bizdeki eksikleri tamamladığı yönleri için istiyorduk. Ahlak ve maneviyat bakımından güçlü olmalıydık. Sadece eksiğimiz olan metod, bilim, teknik gibi beşeri sahalarda Batı’ya ihtiyaç duyuyorduk. Onların ahlakına ve dinine ihtiyacımız yoktu.
Bu sebeple Sultan Abdülhamid Batı’daki teknolojik gelişmeleri yakından takip etmekle birlikte her zaman araya bir mesafe koymayı bildi. Hamidiye Etfal Hastahanesi’nden tek hatıra olarak ayakta kalmış olan Mescid’in üzerindeki “saat kulesi” Sultan’ın kafasındaki modernleşmeye ışık tutar.
Kule aslında üç işlevli olarak tasarlanmıştı. 1) Mescidin minaresi olarak (dinî işlev); 2) Saat kulesi (dünyevî işlev); 3) Tepesine yerleştirilen barometre, rüzgâr ölçer (anemometre) vs. gibi meteorolojik aletler (bilimsel işlev).
Böylece kulenin şahsında zımnen din, dünya ve bilim/fen temsil edilmekte ve bunların bir arada yürümesinin Osmanlı modernleşmesini sembolize ettiği söylenmiş olmaktaydı.
Osmanlı modernleşme ile batılılaşmayı aynı kabul etmiyordu. Osmanlı toplumunda Batı hayranı gibi görünenler Ahmed Midhat Efendi’nin Felatun Beyle Râkım Efendi adlı romanı gibi eserlerde marjinal kabul edilerek gülünçleştirilmekteydi.
Peki Cumhuriyet modernleşmesinde durum nedir?
Teslimiyet
modernleşmesi
Pankaj Mishra şöyle yazıyor:
“Atatürk modernleşmeyi toptan laikleşme ve Batılılaşmayla eşanlamlı gördü ve saçma yollara başvurup Batılı giyimi teşvik ve Türk müziğini “ıslah” etti. Askeri bir üniforma giyip Kürt asileri bombalayan manevi kızlarından biri, model “Cumhuriyet” kadınına dönüştürüldü. Saf bir biçimde bilimin eninde sonunda dinin hakkından geleceğini ve milliyetçiliğin devreye girip Türk Müslümanlara yeni kimlik vereceğini umdu.” (s. 366)
Cumhuriyet modernleşmesi eski rejimin temeli saydığı dini kamusal alandan dışlayarak bu hedefe varacağını düşündüğü için attığı adımlar yani inkılaplar İslamsızlaştırma (deİslamizasyon) olarak şekillendi. Medeni Kanun’dan tutun da şapka veya harf inkılaplarına kadar hemen bütün alanlarda atılan adımlar İslamın kamusal gücünü zayıflatmaya yönelikti.
Dinin yerine marş ve propagandalarla ve münhasıran eğitim kanalından milliyetçilik ve pozitivist kökenli laik bir kültürün hızla inşa edileceğini zannettiler ama burada Max Weber ve bizde Şerif Mardin’in “füsun” (enchantment) dedikleri sosyal psikolojiye mahsus bir olgu devreye girdi. Dinin yeri bir türlü boşaltılamıyordu.
İşte Büyük İskender’in Gordion düğümünü kesmesinde olduğu gibi dinin düğümü kesilince her şeyin yola gireceğini varsayan Cumhuriyet modernleşmesi aynı zamanda modernleşme ile batılılaşmayı özdeşleştirme yanılgısına düştü ve sonuçta şehir merkezlerinde kümelenen küçük bir burjuva kesimine münhasır kalan dinden uzak bir seçkinler topluluğu ile toplumun dinine bağlı geniş kitlesi arasında derin bir yarık oluştu.
Beklenen olmamış ve halk büyük ölçüde dinden soğutulamamıştı. İşte çok partili hayata geçildikten sonra bu “yarık” Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, Refah Partisi ve Ak Parti tarafından doldurulacak ve “Cumhuriyet Türkiyesi yalnızca orijinal Batı modeline dayanmakla kalmayıp ona rakip gibi de görünen yerli bir modernlik biçimi geliştiren ilk Müslüman ülke” olacaktır.
Kemalistleşmiyor, kimliğimizi buluyoruz
“Aşılma” dediğim olay budur. Batı’dan alınacaklar alınmış ama dinî ve manevî kanallar Kemalizmin dayatmasında olduğu haliyle devam etmemiş, nitekim 1950’de Arapça ezan yasağı kaldırılmış, 1934’te müze yapılan Ayasofya Camii de 2020 yılında yeniden bir İslam mabedi statüsü kazanmıştır.
Asya’nın Batıya İsyanı’nın yazarı bu dönüşümü şöyle anlatır:
“Türk nüfusunun, ülkenin yukarıdan aşağıya dönüşümünde uzun süredir pasif bir rol oynayan kısmı şimdi kendi sesini buldu. Türkiye’nin önemli bir figür olduğu küresel ekonominin bir katılımcısı olarak kalırken, dindar, Atatürk’ün yasakladığı İslami simgeleri (türban gibi) benimsemeye niyetli olma eğilimindedir.” (s. 368)
Son sözü Pankaj Mishra’ya bırakıyorum:
“Türkiye’nin kendisi, Atatürk’ün siyasal ve kültürel denemesinin yalnızca kısmen başarılı olduğunu ve Batı modernliğinden seçilmiş alıntıların, nüfusun çoğunluğuna ekonomik ve toplumsal adalet getirmesi bir yana, İslamı özel alana havale edemediğini gösterir. Aksine, laik ve hırsız bir despotizmin acısını çeken birçok Müslüman, daha İslami bir siyasal yapı denemeye karar verdi.” (s. 371)
Bu denemenin göbeğindeyiz vesselam.
Yani görünenin tersine Türkiye batılılaşmıyor, modernleşiyor! Kemalistleşmiyor, kimliğini yeniden buluyor.

