25 Eylül: Türkiye’nin Washington’da Parladığı Gün
25 Eylül’de Sn. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Beyaz Saray’da Donald Trump ile gerçekleştireceği görüşme, yalnızca iki liderin buluşması değil; Türkiye’nin küresel arenada kazandığı ağırlığın yeni bir teyidi niteliğinde. Bu tarihi buluşma, Ankara’nın jeopolitik vizyonunun Washington’da karşılık bulduğunu ve Türkiye’nin dünya siyasetindeki rolünü daha da güçlendirdiğini gösteriyor. Daha önce yazdığım gibi, Türkiye artık yalnızca bölgesel bir güç değil, küresel meselelerde oyun kurucu rol üstlenen bir aktördür.
Türkiye, 2024’te 255 milyar doları aşan ihracat hacmiyle bir ticaret devi olduğunu kanıtladı. Bu durum ABD ile yapılacak yeni anlaşmaların bu rakamı daha da yukarı taşıması bekleniyor. Özellikle havacılık, enerji ve teknoloji alanlarındaki yatırımlar Türkiye’nin çekim merkezi haline gelmesini sağlayacak. Öyle ki Boeing uçaklarının alımı, F-16 modernizasyonu ve F-35 programı konusunda gündeme gelebilecek işbirlikleri, yalnızca askeri kapasiteyi artırmakla kalmayacak; aynı zamanda teknoloji transferi ve ortak üretim sayesinde Türkiye’nin yerli savunma sanayisini de güçlendirecek. Ayrıca enerji alanında Türkiye’nin doğalgaz merkezi olma hedefi, daha önce Şuşa Bildirisi’nin enerji diplomasisine açtığı yeni kapılar üzerine kaleme aldığım yazılarda da vurguladığım gibi, Türkiye’nin stratejik gücünü artırıyor.
Özellikle savunma sanayisi, bu görüşmenin en kritik kozlarından birini oluşturuyor. Zira 2025 yılında 6 milyar doları aşan savunma ihracatıyla Türkiye, artık yalnızca kendi güvenliğini sağlayan değil, aynı zamanda müttefiklerine de güven veren bir tedarikçi haline gelmiş durumda. Bayraktar TB2’lerden Hisar hava savunma sistemlerine kadar birçok yerli ürün, uluslararası pazarlarda ilgi görerek Türkiye’nin küresel prestijini artırıyor. ABD ile yapılacak olası görüşmelerde bu başarının daha da ileri taşınması ve ortak üretim imkânlarının gündeme gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Bu noktada, Türkiye’nin savunma sanayisindeki bağımsızlık vizyonu üzerine yaptığım değerlendirmeler, bugünkü süreci önceden işaret etmişti.
Bu minvalde Türkiye’nin jeopolitik etkisi yalnızca askeri veya ekonomik güçle sınırlı değil, aynı zamanda diplomatik başarılarla da şekilleniyor. Gazze’deki ateşkes girişimleri, Ukrayna-Rusya savaşında oynanan arabuluculuk rolü ve Kafkasya’daki barış süreçlerine yapılan katkılar, Ankara’nın “oyun kurucu” bir aktör olduğunu ortaya koyuyor. Bu noktada hatırlatmak gerekir ki, AB’nin yeni Göç Paktı üzerine yazımda da belirttiğim gibi, Türkiye yalnızca güvenlik ve ekonomi alanında değil, aynı zamanda insani krizlerin yönetiminde de Avrupa için vazgeçilmezdir. Cumhurbaşkanımızın Washington ziyareti, Türkiye’nin barış diliyle küresel sahnede öne çıkmasını ve uluslararası sorunlara çözüm üreten merkezlerden biri haline gelmesini sağlayacaktır.
Görüldüğü gibi bu tablo Türkiye’nin yükselen gücünü açıkça ortaya koyuyor. Coğrafi konumu üç kıtanın kesişim noktasında olan Türkiye, genç nüfusu ile dinamizmini koruyor. Enerji koridorları sayesinde küresel arz güvenliğinin kalbinde yer alıyor ve bağımsız dış politikasıyla hem Doğu hem Batı ile güçlü ilişkiler kurmayı başarıyor. Bu çok boyutlu avantajlar, Türkiye’yi vazgeçilmez kılan temel özelliklerdir. Daha önce Pentagon’un “Savaş Bakanlığı”na dönüşümünü incelediğim yazımda vurguladığım gibi, dünya yeni bir güç rekabeti dönemine girmiştir ve Türkiye bu rekabette kendi vizyonunu bağımsız şekilde ortaya koyan nadir ülkelerden biridir.
Sonuç olarak 25 Eylül’de gerçekleşecek Erdoğan-Trump görüşmesi, sembolik anlamının ötesinde, Türkiye’nin oyun kurucu güç olarak sahnede olduğunu gösteren tarihi bir dönemeçtir. Ankara artık yalnızca kararları izleyen değil, kararların alındığı masada yer alan bir aktör olarak küresel siyasete yön vermektedir. Bu görüşmeden çıkacak her karar, yalnızca Türkiye-ABD ilişkilerini değil, küresel dengeleri de etkileyecek; dünya bir kez daha görecektir ki Türkiye yükseliyor, Türkiye güçleniyor ve Türkiye konuşuluyor.