Yenidevir Gazetesi Genel Köklerin Seni Asla Bırakmaz!

Köklerin Seni Asla Bırakmaz!

Adıyaman’ın Kahta ilçe Belediyesi Başkanı Mehmet Can Hallaç tarafından düzenlenen ilk Kahta Kitap Fuarı coşkulu bir kalabalıkla karşılaştı. 8 gün sürecek etkinlik boyunca yazarların imza günleri, söyleşiler ve kültürel buluşmalar gerçekleştiriliyor.

14 Dakika
Okunma Süresi

Fuarla birlikte özellikle gençlerin kitaplara olan ilgisini artırmayı, ilçede kültürel ve sanatsal hareketliliği güçlendirmeyi amaçlayan Kahta Belediyesi, kültür ve sanat alanında attığı önemli bir adım olarak değerlendiriyor. 

Öğretmenler gününde Yenidevir gazetesi yazarı Tarihçi Mustafa Armağan’da sevenleriyle buluştu. Kitap imzaladı ve tarihle ilgili mühim noktalara dikkat çektiği güzel bir söyleşi gerçekleştirdi. Siz değerli okurlarına söyleşiden mühim bir kesit sunuyoruz.

Bir akşam saatinde, Öğretmenler Günü'nde öğretmenlerimizi tebrik ediyorum. 

Ben öğretmenden yana biraz sıkıntılı bir talebelik hayatı yaşadığım için ama ben kıymetini bilen bir ömür yaşadım. Geçenlerde yazdım ilkokul öğretmenim hakkında yazdım. Bir buçuk sene bizi okuttu. İkinci sınıfın sömestrinde menenjitden vefat etti. Çok ağır bir hastalık. Çok etkilenmiştim. Özellikle ilkokul birinci sınıf, ikinci sınıf öğretmeni hepimizin başına geçtiği bir nevi anne baba gibi oluyor; ayrı bir duygusal bağı teşekkül ediyor. Onun işin benim de Dırahşan Hoca ile bağım o şekilde olmuştu. Diyebilim ki annemin dışında ilk tanıdığım eğitici kadın olarak onu hatırlıyorum; ama o çok etkilemişti beni. Sonraki dönemde bir çok öğretmenle birlikte oldum ama ondaki o karar oradaki o aşkı ve muhabbeti diğerlerini de pek bulamadım. O bakımdan mesela bu öğretmenin sınıfı o zaman herhalde devlet hemen yeni tayin yapamıyordu herhalde o zaman çok sayıda öğretmen yoktu. Bizim sınıfı aldılar diğer iki tane ikinci sınıfa böldüler; yani yarısı iki yarısı 2/A’da yarısı 2/B’de okumaya başladım. Bizim sınıf iptal oldu. Fakat o zaman şunu hissettik ki sanki üvey annenin elinde kalmışız gib o sınıfın içinde bir sığıntı gibi onlar kendi aralarında bir düzen kurmuşlar, öğretmenleriyle belli bir ilişki sıcaklığı var;  biz orada annesiz civcivler gibi o sınıflarda kendimizi göstermek kolay olmadı. Ben beşinci sınıfta ancak kendime gelebildim; yani bu travmanın etkisi ancak beşinci sınıfta geçti. Düşünün öğretmeninizin mezarına elinizde toprak attığınız bir zaman; yani o zaman okul ölümle bizim aramıza mesafe koymamıştı, daha ölümle beraber yaşanırdı. Şimdi olsa bir öğretmenin cenazesine okul öğrencilerini toplayıp götürmezler; ama bizi götürdüler, hatta dediğim gibi ben oraya elimle toprak atma noktasına kadar sıcaklığı yakaladım. Sonradan benim okuluma, Hocailyas İlkokulu’na  bir müdür yardımcısı atandı. Bu müdür yardımcısı benimle  irtibat kurdu, orada okuduğumu biliyor; oradan mezun olmadım ama dört sene okudum, benimle kurduğu irtibattan sonra şöyle bir bilgi verdi; “Bu okul Türkiye'deki en eski okul.” Bizim okul Fatih Sultan Mehmet zamanında kurulmuş ve bir vakıf okulu olarak kurulmuş. Vakıf okulu olarak kurulduğu için de vakıf mektebi olarak devam etmiş Cumhuriyet'e de o Hocaİlyaszade ilk mektebi olarak intikal etmiş. O zaman vakıfları biliyorsunuz Milli Eğitim Bakanlığına bağladılar. Şunu düşünüyorum; “Niye tarihe bu kadar meraklıyım?” Türkiye’nin en eski okulunda okumak benim tercihim değildi. Bir şey beni zorluyor; yani Bursa'ya gitmemiz Bursa'da Orhangazi Osmangazi Türbesi'nin etrafında oynamamız, Yeşil Türbe’de, Ulu Cami etrafında gazoz kapağı oynamamızı düşünüyorum; yıllar sonra belki de beni tarihe sevk edecek olan Cenab-ı Hak (cc) bir zemin hazırlıyor. Toprağa ekiyor ve oralarda biz tarihimizi severek onlarla adeta beraber yaşayarak bir noktaya geldik. Sonra işin okuma safhası başladı. Araştırmalara üniversiteden sonra geçmiş olduk. 

Şimdi bu aslında şöyle bir şeyi de çağrıştırıyor bir tarafıyla; bizde Cumhuriyet dönemi itibari ile geçmişle kavga etme, geçmişle savaş dönemi başladı; yani Osmanlı'nın bal gibi devamı olduğumuz halde biz Osmanlı’nın devamı değiliz, biz sıfırdan kurulan bir devletiz. “19 Mayıs’tan ya da 29 Ekim'den öncesi bize ait değil” gibi saçma bir mantık Türkiye'de uzun bir dönem cari oldu ve bu eğitimde yetişmiş olan bugün hâlâ sosyal medyada gördüğünüz; kendi ecdadını da hakaret eden, küfür eden her türlü aşağılayıcı ifadeyi kullanan bir nesil yetişti. Bir kısmı bugün bir takım gazetelerde kurumlarda önemli yerlerde bulunuyorlar. Az önce bir okulumuzda 1924 yılında okutulan bir ders kitabı gösterdim. Ders kitabında II. Abdülhamid Han’ı “cahil, zalim, korkunç, iğrenç” ithamları var. Bu dokuz yaşında sekiz yaşında çocuğa okuttuğun tarih kitabı. Pedagojik olarak dahi bunu söylememen, olumsuz ifade kullanmamak lazım;  ama orada sanki Deli Petro’dan bahsediyor gibi sanki Churchill’den sanki Clemenceau’dan bahsediyor gibi kendi ülkesinin padişahını, devlet adamını yerin dibine batırmak gibi bir anlayış, Türkiye'de o zaman tohumları atılmış. Bu kavga çok anlamsız bir kavga; çünkü şunun cevabını vermemiz lazım o zaman “Biz Osmanlı'nın devamı değil, Osmanlı’nın devamı olarak burada yaşamıyorsak biz nereden geldik; biz başka bir kıtanın çocuklarıydık da buraya ışınlandık mı bir uçakla mı indirildik? O zaman bu topraklarda olma hakkımızı nasıl savunabiliyoruz?” Bir ev size miras kalır.  Evin nereden miras kaldığı sorusu geçmişe doğru yapılır. Size miras kalmadıysa o zaman bu topraklarda ne arıyorsunuz? Geçmişle çatışma söylemi çok mantıksız olduğu halde çok ısrarla 1999 yılına kadar devam etti; Özal, Menderes onu biraz kırdı ama devam etti. 1999'dan sonra yani Osmanlı Devleti'nin kuruluşunun 700. yıl dönümü kutlamalarında bir uyanış başladı. Çünkü tarihçiler televizyonlara çıktılar, konuştular. Cumhuriyet Osmanlı Devleti'nin 700. kuruluş yıl dönümünü kutluyor. Sana ne o zaman neden kutluyorsun, yahut İstanbul’un fethini neden kutluyorsun, hatta Çanakkale’yi niye kutluyorsun; o da 1915'te olmuş 1923'ten sekiz sene önce seni ilgilendirir mi? Eğer kesebiliyorsak tarihi; bakın nereye gidiyor iş? Ve bunu bizim yüzümüze kim vurdu biliyor musunuz? Bir Ermeni. 1973’te Los Angeles Konsolosumuz Taha Carım, Ermeni terörist tarafından şoförüyle birlikte şehit edildi. Tabii Türkiye'de basın ayaklandı. Amerikan polisi bunu yakaladı. Niye bu cinayet işlediğini sordu. Adam diyor ki: “Bunlar benim babamla annemi sürgün etti.   Ermeni tehcirinde vefat ettiler. Ben Türklerden intikam almak için bunu yaptım.” ASALA’nın ilk eylemiydi bu. Garip bir durum oldu. Dünya kamuoyu Türkiye'ye döndü, ne diyecek, nasıl cevap verecek? Prof. Türkkaya Ataöv bir televizyon programında bunu itiraf etti; dedi ki: “Bu olay olduktan dışişleri bakanlığı beni aradı. Türkkaya hocam bu nedir? Ermenileri tehcir etmişiz. Bunlar öldürülmüş. Gerçekten böyle mi?“ İşin aslı ne, Dışişleri Bakanlığında bilen tek bir kişi yok bu olayı. Sen dışladığın zaman o olay bitmiyor. Dışlayarak halledemez, yüzleşeceksin ve eğer Halil İnalcık Hoca gibi üç beş tane Ermeni meselesinde dünya çapında otorite yetiştirebilseydik  biz yüzyıl içerisinde onarım karşısına çıkıp konuştuğun zaman ilim hakikatini diyecek adamlarımız olurdu; ama biz 1973’e kadar Cumhuriyet’in 50 yılı boyunca havanda su dövdük.  O dönem Ermeniler gitti, yayınlar yaptı,  kaynaklar yayınladı, görüşmeler yaptı. Ben soykırım olduğuna inanmıyorum o ayrı bir şey; ama adamlar bunun altyapısını oluşuyordu; yüzlerce kitap yayınladı. Biz hiç böyle bir şey olmamış gibi yeni kurulan bir devletiz kafasındaydık. Şimdi Türkiye’den cevap bekliyorlar.  Bunun bir benzeri de 12 Eylül'den sonra oldu; aynı durum şehit etme eylemleri o zaman da devam ediyordu. Cevap o zaman da darbe hükümeti Evren tarafından benzer şekilde verildi; kafa aynı. Türkkaya Ataöv’ü gönderiyorlar arşive gidiyor bununla ilgili araştırma yapacak. Hemen cevap verilmesi lazım; bir iki gün içerisinde cevap vereceksin ki dünya kamuoyunun kafası karışmasın. Ve bizim Dışişleri Bakanlığının verdiği cevap; “Bu olay 1915'te olmuş, biz 1923'te kurulduk. 1923'te kurulan bir devlete 1915'te olan bir olayla suçlanması mantıksızdır, bunu reddediyoruz!” Adam mahkemede diyor ki “Bu Türkler yerden havuç gibi mi çıktılar; nereden geldiler?”Gerçekten bu büyük bir skandal ve bunun akabinde işte Özal, 12 Eylül'den sonra bu olaylara bir son vermek için, iddialara cevap verecek ilim adamları ve belgeler yetişsin diye Osmanlı arşivini kurdu; o zamana kadar arşivlerimiz kapalı, üç beş kişinin çalıştığı kuranlardı. Özal sayesinde arşiv belgeleri ortaya çıkarıldı, yayınlandı şimdi uzmanlar yetişmeye çalışıyor ama tabii geç kalındı. 60 yıl gecikme var. O kadar uzun bir zaman. Bazen kızıyoruz Avrupa'da falanca yazar Ermeni soykırımını destekledi.  Ne yapsın adam? Üniversitedeki hocası kendisine ödev verdi ya da tez verdi araştır diye. Bir gidiyor yüzlerce, Ermenilerin yayınladığı kitaplar; bu tarafa bakıyor Türk Tarih Kurumunun yayınladığı 3-5 tane vesika. Siz olsanız hangi tarafa meyil edersiniz; yani objektif düşünün, o açıdan diyorum onlar bu akıma kapılıyor; çünkü biz bu alanı boş bıraktık ve tabiat boşluk kabul etmez. Sen kenara çekilirsen oraya başkaları gelir; işte Suriye'ye girmeseydik kimlerin gireceğini görüyorsunuz. Ne yapacaksın?Orada olacaksın. Ermeni meselesinde benim kanaatim de o ; bu millet soykırım yapmayı bilmez. Bizim milletimizin ırkî düşmanlığı asla bu topraklarda olmamış. Soykırım yapabilmek için bunun Almanya’daki gibi İsrail’deki gibi felsefesinin olması lazım. Yani ne diyor adam goi yani benim dışımda olan kişiler ölmeyi hak ediyor. Onun için ağacı vurmakla insanı vurmak arasında fark yok. Senin inancın da senin kültüründe böyle bir şey yok. Sen kıyamet kopuyorken bile ağacı, fidanı dikmekle emrolunmuş bir dinden geliyorsun yani bir karıncayı bile gereksiz yere öldüremezsin vs. bu ahlakla yetişmiş bir dinin mensupların böyle bir şey yapabilmen imkansız. Tehcir sırasında ölmeler çeşitli baskınlar olmuştur; çünkü o Ermeniler aynı zamanda Kürt köylerini basmışlardı onları öldürmüşlerdi; onlar da intikam olarak onlara saldırmıştır. Ama bu devlet eliyle yani soykırım dediğimiz Gazze’de gördüğümüz ya da Almanya'da gördüğümüz gibi bir olay değil bu başka bir şey. Adli bir vaka. Fakat burada başka bir noktayı dikkatinize sunma istiyorum; bütün kaynakları geriye doğru taradığımızda Ermeni meselesinde ilk yayın, uluslararası yayın yani İngilizce yayın kimin tarafından yapıldı ve kim bunun finansmanını gerçekleştirdi? Ben bunu Cumhurbaşkanımızla 2015 yılında görüştüğümde kendisine de bu şekilde aktardım ve dedim ki;  “1895-96 yıllarında Samsun'dan başlayıp Van’a kadar bir yay içerisinde, Ermeniler ayaklanmacı kalkıyorlar; bir gün Samsun'da öbür gün Van’da öbür gün Trabzon'da Erzincanda. Türk Müslüman köylerini, Müslüman çarşıların dükkanlarını alıyorlar; maksat Osmanlı müdahale etsin, kan dökülsün; kan dökülünce Avrupa ülkelerinden yardım istesin onlar da gelsin müdahale etsin ve orada bir Ermeni devleti kurulsun. Dış müdahaleyi 15 Temmuz'da istemediler mi? Bunun gibi bir dış müdahalenin gelmesi için bu bilinçli olarak yapıldı. 1895-96. Her gün bir şehirde isyan çıkıyor büyük katliam yapıyorlar.  Fakat Sultan Abdülhamid, gerçekten kafası hem artı hem eksi kutupları aynı anda düşünebilen bir yapıda. Avrupa'ya dedi ki: “siz karışmayın, bu işi ben kendim çözeceğim.” Öbür tarafta onları durdurdu, gitti asayişi sağladı. Bunun üzerine “Kızıl Sultan” demelerinin sebebi bu. Maksatları müdahale ettirmekti bunu başaramayınca ülkelerinden kan döken anlamında Kızıl Sultan kitapları yazdılar. Sultan Abdülhamid bununla yetinmedi; Amerika'da bir diplomatın,  büyükelçinin Müslüman olduğunu duydu. Bu adam Müslüman olduktan sonra gazetecilik yapıyor diplomasiden ayrılıyor. Alexander Russel Webb.  Adamı İstanbul'a çağırıyor. Bakıyor ki entelektüel bir adam. Kendisine bir nişan takıyor, bir maaş bağlıyor. “ Git en iyi yerde Amerika'da bir kültür merkezi aç; burada bizim haklarınızı İslam’ı savun. Dersler konferanslar ver.” Adamdaki cevheri fark ediyor. Ünlü romancı Mark Twain’in de arkadaşıymış. Mark Twain de onun konferanslarına geliyormuş. Broadway caddesinde büyük bir  kültür merkezi kuruyor; finanse eden Abdülhamid.Ve ona bu Ermeni meselesinde bizim haklı olduğumuza dair kitap yazdırıyor; ve nerede yayınlatıyor? İstanbul'da mı? Hayır. New York’ta!

Onun için ben Cumhurbaşkanımıza şunu dedim; Türkiye’de bu meselelerle ilgili kitap yayınlamak kolay ama Abdülhamid ne yapıyordu; dalgayı orada kesiyordu. Oradaki yazara yazdırıp orada bastırıyor bu kitabı. Yani dalga kapına geldikten sonra tabii ki mücadele edersin ama dalganın senin üzerine gelmeden oradan kesilmesi ve şu anda İngilizce yazılmış bizim haklarımızı savunan bu meselede Osmanlıların haklı olduğunu savunan ilk kitap budur. Kaynak o. Çok da güzel yazmış. Ben onun bu iki risalesini Derin Tarih yayınları arasında o ek olarak derginin yanında yayınladım; kayda geçsin diye. Çok güzel savunmalar yapmış. Şimdi bu neyi gösteriyor? Yani geleceği görüyor; dalgayı biz nasıl kesebiliriz, nasıl durdurabiliriz? Tarih böyle işe yarıyor. Yoksa tarihi insanlar bir masal kitabı gibi ya da kuru kuruya işte şu öldü bu tahta çıktı bu savaş barış antlaşmasının maddelerini ezberlemek sana ne kazandırıyor? Sana bir şuur kazandırıyor mu? Asıl önemli olan bu.

 1998 yılında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel. 28 Şubat dönemi. Tam böyle o da 28 şubatın sazına vurmaya başlamış, ona akort veriyor. O günlerde (10 Ağustos 2002) İspanya Kralı- İspanya krallıkla yönetiliyor. Cumhuriyeti kurmuşlardı; yıktılar krallık kurdular bir daha. Ne kadar gericiler değil mi?!- Cumhurbaşkanımızı davet etti. Hürriyet gazetesinden oraya giden gazeteciler bir haber yapmışlar. Haber manşetten veriliyor. Manşet şu: “Kral Demirel’i karşıladı, onuruna ziyafet verdi.”Manşeti okuyorsun tamam; alt tarafında yani haberin devamında şöyle bir detay dikkatimi çekti; oturtulduğu masanın arkasında bir tablo asılmış yani bir tablonun önüne oturtulmuş karşısında da gazeteciler. Demirel arkasındaki tablonun mahiyetinden haberdar değil.  O arada o gazetecilerden bir tanesinin dikkatini çekiyor -bu olayın detayını “İnsanlığın Son Adası: Osmanlı” adlı kitabımda verdim- bir bakıyor ki o tablo deniz savaşı tablosu. Altını okuyunca “Lepanto battle” yazısını görüyorlar. Lepanto’nun ne olduğunu soruyorlar kendi aralarında. Bakıyorlar ki İnebahtı Savaşı. İnebahtı ne? İspanyolların Osmanlı’yı ilk defa yendikleri savaş. İşte o tablonun önüne oturtuyor senin Cumhurbaşkanını adam. Sen uyu. Osmanlı'ya hakaret et! O ise seni hâlâ Osmanlı olarak görüyor. İşte Sırpların partizanı, Sultan Birinci Murat'ın şehit edildiği anı resmettiklerini daha iki gün önce gördük. Kimse unutmuyor tarihini sen; “Benim tarihim değil, benim geçmişim değil, zaten adam olsalardı yıkılmazlardı” diye konuş.  Sırpların bizim karşımıza çıkartacakları bir zaferi yok; hani bizim karşımızda bir kazanmış olmaları gerekir ki onun resmini assınlar. Böyle bir şey yok. Yapabildikleri tek şey o suikasti bizim padişahımızı şehit ettikleri anı resmediyor, oradan sana mesaj veriyorlar. 

İspanya, tarih üzerinden sana bir mesaj veriyor; “Ben seni burada yenmiştim, dünya liderliğinden indirmiştim” mesajını veriyor. Ve bunu ben çok sonra 2013 ya da 14 yıllarında bir Endülüs gezimiz oldu. Bir tur şirketiyle gitti. Bu gezinin enteresan bir tarafı her gittiğimiz vilayette o ili daha iyi tanıyan yerli bir uzman oluyor; rehberin yetersiz kaldığı noktada uzman anlatmaya başlıyor, o da tercüme ediyor. Madrid’de genç bir gazeteci aldı. Ben de adamla biraz konuştum. Adana olayı ucundan sorar sormaz “Skandal! Skandal!” diye anlattı ve bunun için mahcup olduklarını söyledi. Günlerce tartışılmış, gazeteler bunu yazmış. Ve hâlâ unutulmamış. Gelin görün ki bizde bu vahim skandal üzerine fakirden başkası tek satır yazmadığı gibi hiç unutmuyorum, o günün gazeteleri Nazmiye Demirel’in arabanın kapısına sıkışan parmağını dillerine dolamışlardı.

Bu vakadan 10 sene sonra bir “tablo krizi” daha yaşandı Avrupa’da. 

Sarkozy, İngiltere Parlamentosu’nda bir konuşma yapacaktı. Şu İngilizlerin tilkiliğine bakın ki Fransa Devlet Başkanını Trafalgar Savaşı’nı anlatan bir tablonun önünde konuşturacaklarmış. 

Trafalgar savaşı bize bir şey söylemiyor olabilir; lakin Napolyon’un defterinin dürülüp dünyada İngiliz hakimiyetinin başlangıcı oluşu Avrupalılar için hayatî önemdedir.

Fransız diplomatları da İngilizlere güvenmedikleri için önceden gidip baktılar ve İngiltere’nin Fransa’yı mağlup ettiği bu deniz savaşını tasvir eden tablonun önünde devlet başkanlarını konuşturup cümle âleme rezil olmamak uğruna neredeyse bir meydan savaşı verdiler ve sonunda kuralcı İngilizlere, kameraların kadrajlarını ayarlatma mecburiyeti getirdiler; işi, malum tablodan tek bir kare dahi almadan çekim yapma şartına bağladılar. Şöyle anlaştılar: Sarkozy’nin konuşması İngilizlerin dediği yerde yapılacaktı ancak o ‘uğursuz’ tablonun mevcudiyeti zinhar TV ekranlarına yansımayacaktı.

 

Böylece Fransızlar diplomatik bir skandalı engellenmişlerdi. Ne var ki ilginç olan nokta, her iki tarafın da karşı cepheye tarih üzerinden mesaj vermek, daha açık söylemek gerekirse, ‘gol atmak’ istemesiydi.

Bakın modernleşmek geçmişe sünger çekmek ve sadece bugüne ve ileriye bakmak diye öğretildi biz Türklere? 

O zaman şöyle bir çatala takılıyoruz: Ya onlar modern değil ya biz fena halde oyuna gelmişiz. Ve şimdi Ziya Paşa gibi: 

“Eyvah bu bâziçede bizler yine yandık

Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık” mı diyeceğiz?