Beşiktaş’ın dar, gölgeli sokaklarından birinde, bir kazan dairesinin paslı kapısının ardında, kimsenin adı bile olmayan bir bebek dünyaya geldi. Dünyaya gelmek… Belki de burada bu kelime bile fazla iyimserdi; çünkü kimsenin beklemediği, kimsenin merak etmediği, kimsenin bağ kurmaya bile yeltenmediği bu hayat, daha ilk nefesinde insanlığın en karanlık kıyısına itilmişti. Bir kadın, Elif D., 31 Ağustos 2025 sabahı, kendi gölgesinden bile sakınarak, ailesinden gizlediği doğumunu tek başına bu daracık, mazot kokan mekânda yaptı. Başsavcılığın iddianamesine göre, evde başlayan sancı onu buraya, duvarları ter ve is kokan bu odaya sürüklemişti. Orada, makasla kesilmiş bir göbek kordonu ve dile getirilmesi zor bir yalnızlık kalmıştı geriye.
İddianame, olayları kelimelerle tarif ediyor, ama o kelimelerin soğuk yapısında kanın sıcaklığı, bir annenin zihninde açılan karanlık yarık görünmüyor. Savcılık, Elif’in bebeğini daha en başından beri sakladığını, planladığını, ondan kurtulmak için hem bıçakladığını hem de yakmaya çalıştığını yazıyor. Bebeğin boğazında derin bir kesi, göğsünde bir bıçak darbesi, bir insan yavrusunun dünyadaki ilk ve son izleri… Sonra hepsi bir çöp kovasına, birkaç eski pijama ve kanlı bir iç çamaşırının arasına sıkıştırılmış. Geriye, bir kadınla bir toplumun ortak sessizliğinin iç içe geçtiği bu korkunç senaryo kalmış.
Ve sonra, hepimizin yüreğini delip geçen o satır: Elif D.’nin, bebekten kurtulduğunu sandıktan sonra, hiçbir şey olmamış gibi markete gidip alışveriş yaptığı… O anı düşünmek bile mideyi burkan bir yarılmayı çağırıyor: Bir çöp konteynerinin yanında küle dönmüş bir bebek, birkaç sokak ötede elinde poşetleriyle yürüyen bir kadın. İfadesinde hatırlamadığını söylüyor; doğumu, bıçağı, sesi, ateşi… “Pişmanım” diyor, ama bu kelime bu sahnenin neresine sığar, bir insanın içine ne kadar yerleşir, kim bilir?
Savcı, Elif D. için ağırlaştırılmış müebbet istiyor. Kanun, işlenmiş suçun dehşetine denk bir karşılık arıyor. Önümüzdeki günlerde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlayacak yargılama, belki hukuki gerçeği ortaya çıkaracak. Ama asıl gerçeği kim çıkaracak? Bu ülkede, adı bile konmamış kaç bebek, kaç genç kadın, kaç görünmez hayat karanlık odalarda kaybolup gidiyor? Kaç suç, aslında çok daha derin bir sessizliğin, çok daha geniş bir çürümenin işareti?
İstanbul’un eğri büğrü sokaklarına bakarsak, belki aynı soruyu görürüz: Nereye gidiyoruz? Bir toplum, en savunmasızına, daha nefes almayı bile becerememiş bir bebeğe bile tutunamıyorsa, kim oluyoruz? Bu hikâye, bir davanın konusu olabilir. Ama aslında hepimize açılmış bir davadır: Bir kazan dairesinde başlayan ve bir çöp konteynerinin kenarında son bulan bu hayat, kimin yükümlülüğüdür? Ve biz daha kaç “adı olmayan” ölümün arasından geçip gideceğiz, hiçbir şey olmamış gibi?